Âbâdi Mehmet Çelebi
Mehmet Çelebi, Amasya’nın “Mahmût” denilen, Suluova’nın eski adı “Âbâd” (Hakala - Gala) olan yeni adı Yolpınar köyündendir. Bu itibarla “Âbadi” denilmiştir. Tahsil için köyünden ayrılarak İstanbul’a gitmiş ve tahsilini Müftü’s-Sakaleyn Kemal Paşazâde’den bitirmiştir. Fetva eminliğine kadar yükseldi. Hicri (1553-1554) yılında İstanbul'da vefat edip üstadının medfun bulunduğu Edirnekapı dışındaki türbeleri civarına defnedildi.
Abdi
Müeyyedzâde sanıyla tanındı. Kazasker Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi’nin kardeşidir. Serez’de ve Üsküp’de kadılık yaptı. Vezirazam Pîrî Mehmed Paşa’nın damadı oldu. Sofya kadısı iken 1554 yılında vefat etti. Şiir ve muammada yetenekli birisi idi. Ta’lik yazıda da ustaydı. Devrinde kitap meraklısı olarak tanındı. Şiirlerindeki üslûbu Acem tarzındadır.
Abdul Hay
Müeyyetzadeler’dendir. Künyesi Abdulhayy bin Abdulkerim bin Müeyyet olarak tespit edilmiştir. Müderrislerden olan bu faziletli kişi Amasya’da müderrislik yapmış; daha sonra memleketini terk edip İstanbul’a giderek vezir Kara Mustafa Paşa Medresesi’ne müderris olmuştur. Daha sonra kadılık görevinde de bulunan bu zat, bu memuriyetten memnun olmadığından dolayı mesleğinden ayrılarak tasavvuf alanında çalışmaya başlamış ve münzevi âlemde hayatını böylece geçirmiştir.
“Şekâyıku’n-Nu’mâniyye” bu zattan övgüyle bahsederek, onun hayır sever, cömert, misafirperver, hoş sohbet bir zat olduğunu yazmaktadır. Üstadın özellikle yazı sanatındaki yetenek ve kudretinden bahsedilip ünlüler arasında büyük mevki sahibi olduğu da kaydedilmektedir. Üstadın bilhassa nesih hattındaki yeteneğine işaret edilip bu sanattaki başarısından övgüyle bahsedilmektedir.
Abdullah Amâsi (Hattat)
Ünlü Hattat Şeyh Hamdullah’ın akrabasıdır. Anadolu’daki hattatların 7 üstadından biri olarak kabul edilir. Amasyalı olan hattat, yalnız Amasya’da değil bütün İslam dünyasında tanınmıştır.
Yakut yolundan ayrı, kendine mahsus bir tavrı vardır. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Abdullah Amasi, Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı Mushaf-ı Şerif ketebesindeki 1524 tarihi itibariyle hayatta olduğu anlaşılıyor.
Abdullah Amasi’nin yazdığı, müze ve kütüphanelerde çok sayıda kıt’a bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi YY. 172 numarada kayıtlı Abdullah Amasi Ketebeli bir Mevlid-i Şerif mevcuttur.
Abdullah Çelebi (Şehzade)
Sultan Bayezid’in Amasya valiliği sırasında 1457’de Amasya Sarayı’nda dünyaya gelen sekiz erkek çocuğundan en büyüğüdür. Fatih Sultan Mehmet tarafından Trabzon’un fethinden sonra Trabzon Sancak Beyliği’ne atandı. Bu sırada, 13 yaşındaydı. Amasya’da babası İkinci Bayezid’in yanında bulunan Şehzade Abdullah, Lalası Hayreddin Hızır Paşa ve annesi Şirin hatun ile birlikte Trabzon’a gönderildi. Şehzade Abdullah aynı yıl Cem Sultan ile birlikte sünnet olmak üzere İstanbul’a gitmiş, sonra tekrar tımarı artırılarak Trabzon’a dönmüştür. 1479’a kadar Sancak Beyi olarak Trabzon’da kaldı. 1481 de Konya Sancak beyliğine tayin edildi. Daha sonra da Saruhan (Manisa) Sancak Beyi oldu. 14 Ekim 1485 de Manisa Sancakbeyi iken vefat etti.
Abdullah Efendi (Bestekâr)
XVII. yüzyılın tanınmış bestekârlarından. Doğum tarihi bilinmemektedir.
Kuran-ı Kerim’i hıfzederek hafız oldu. Sesi çok güzeldi. İmamlık yaptığı halde musiki ile uğraşıyordu.Türk musikisi üzerine çalışmaları ve geniş bilgileri vardı. 1685’de “İmam-ı Evvel-i Sultani” oldu. 1687’de Manisa mollalığına atandı. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Abdullah Efendi’nin ölüm tarihi de 1691 olarak tahmin edilmektedir.
Bestekâr Abdullan Efendi hakkında bu bilgilerin yanısıra Amasya Meşahiri isimli eserin yazarı Osman Fevzi Olcay ise kitabında şu bilgileri vermektedir;
“Bu zat Amasyalı Keresteci Ali Efendi adıyla tanınan bir zatın oğludur. Sesi güzel olduğundan dolayı önce Amcazade Hüseyin Paşa daha sonra da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya imam olmuştur. 1087(1676/77) tarihinde sarayın üçüncü imamlığına daha sonra ikinci imamlığına ve 1097(1685/86) tarihinde de birinci imamlık görevine tayin olunmuş aynı zamanda İstanbul Payesi ile taltif edilmiştir. İki sene sonra Manisa Mollası olan bu zat, 1103(1691/92) tarihinde vefat etmiştir. Mûsikişinas olduğunu “Sicill-i Osmani” kaydetmektedir.”
Bestekâr Abdullan Efendi, çeşitli ilahi ve Türk San’at Musikisine birçok değerli besteler bırakmıştır.
Bir Eseri:
Mevlam ver aşkını bana,
Hayranın olayım senin!
Bülbül gibi cemaline,
Nâlânın olayım senin!
Yandır beni, yandır beni
Aşk meyine kandır beni
Sarhoş idüp döndür beni
Mestanın olayım senin!.
Al bende benlik kalmasın,
Kimseler halim bilmesin
Nam-ü nişanın kalmasın,
Pinhanın olayım senin!
Abdullah Hilmi
Amasyalı faziletli kişilerden olan bu zat Şeyhü’l-Kurrâ’ Yusufzade Mehmet Efendi’nin oğludur. 1085 (1674/75) tarihinde Amasya’da doğmuştur. Kıraat ilminde eşine rastlanılmayan ve diğer ilimlerde ise akranlarının en üstünü olduğu beyan olunmaktadır. Vücûh ve kıraat ilmini pederinden okumuş ve zamanında okutulan diğer ilimleri de Musâhip Paşa’nın hocası Fâzıl İbrahim Efendi’den tahsil etmiştir. Akli ilimleri ise Kara Halil adı ile tanınan alimden öğrenmiştir. Çorlulu Paşa’nın Sadrazamlığı zamanında saray Hümayun Hocalığına tayin olunan üstâd’ın ilmî füyüzâtın dan bir çok kimse yararlanmıştır.
Bundan sonra üstat eser telif etmekle uğraşıp, bu suretle bir çok ilmi eserler vücuda getirmiştir. İlmi sahadaki yeteneğine şahit olarak gösterilmesi lazım gelen eserlerinden başlıcaları şunlardır; Buharî-i Şerife 28 yılda otuz cilt muazzam bir şerh yazıp devrinin Padişahına hediye eylemiştir. Bundan dolayı padişahın takdirine mazhar olmuş ve bin lira altınla da taltif edilmiştir. Bunun dışında da bir libâs-ı fâhir ve bir de samur kürk ayrıca Padişah tarafından ihsan edildiği bildirilmektedir.
Abdullah Efendi’nin Saray Kütüphanesi’nde okuttuğu Buharî-i Şerifi bitirme ve duasını yapmak için düzenlenen merasimde, bizzat Padişah da bulunmuş ve adı geçen hocanın akli ve nakli açıklamalarından dolayı büyük bir rahatlama ve zevk duyduğunu ifade etmiştir. Üstat Abdullah Efendi’nin hac görevini yerine getirmek üzere Hicaz’a gitmeye niyet ettiği Padişah tarafından haber alınmış, özellikle ilim ve faziletinden istifade edip kendilerinden ders okuyan Sadrazam Yeğen Ahmet Paşa, hocasının yolculuk masraflarını karşılamak üzere bin altın hediye etmiştir. Hicaz ve Şam alimleri üstadın şöhretini, ilimdeki kudret ve geniş kapsamlı araştırmacı olduğunu duyup, özellikle hadis, tefsir ve kıraat ilimlerindeki uzmanlığından istifade etmek için bu zatın başında toplanmışlardır. Bu suretle Hicaz ve Şam alimleri üstattan ders okumuşlar; bu öğrencilerin bir bölümü de derslerini tamamlayıp mezun olmuşlardır. Üstad’ın ömrünün yarım asrı ders okumak ve okutmakla geçmiştir. Daha sonra Halvetiye tarikatına intisap eden üstat Sakızlı Şeyh İlyas adındaki bir zata intisap edip onu kendisine mürşit edinmiştir.
Üstad’ın, Hilmi mahlası ile Arapça, Farsça ve Türkçe şiir söylediğinden “Osmanlı Müellifleri” bahsederek bu zatı övmektedir. 82 sene yaşayan üstat, 1167(1753/54) tarihinde vefat edip Topkapı dışındaki Maltiye Caddesi’ndeki kabristanlığa defn edilmiştir.
“Osmanlı Müellifleri” ve “Şakâyık” üstadın çeşitli ilimlerde 55 parça eseri olduğunu isim sırası ile beyan ve izah etmişlerdir. Tâlik hattı ile yazılmış bir takım “Şerh-i Sahih-i Buhari” Yeni Cami-i Kütüphanesi fihristinin 276. sayfasında kayıtlıdır.
Abdurrahman Hüsameddin Efendi
“Gümüşlüzâde” adı ile şöhret bulmuştur. Pir İlyas Hazretleri’nin kızından torunudur. Şeyhlik hırkasını Şeyh Zekeriya Halveti’den almıştır. Şeyh Zekeriya Halveti’nin vefatından sonra şeyhlik makamına oturmuştur. Birçok keşif ve kerametleri rivayet olunur.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Şeyh için; “Dinin Sultanı, Kaf Dağı’nın simurgu” diye isimlendirmektedir. Yine Evliya Çelebi, Amasya’da kaldığı zaman süresinde Şeyh Abdurrahman Hüsameddin hakkında söylenen kerametlerden birini şu şekilde aktarmaktadır. “İkinci Murad’ın üç şehzadesi bu mübarek zatın elini öpmeğe gelmişlerdir. İlk iki şehzade Şeyh’in mübarek ellerini öptükleri halde, Şehzade Mehmed (Fatih) ayağına kapanarak himmet rica etmiştir. Şeyh Abdurrahman Hüsameddin Efendi’de boğazından rızasını çıkarıp şehzade Mehmed’in boynuna takarak
“ Konstantiniyye’de Müslümanlara hizmet eyle ! ” buyurmuşlardı. Şehzade Mehmed saltanatın başına geçince Konstantiniyye’yi (İstanbul) fethetmiştir.
Mezarı, dedesi Pir İlyas Hazretleri’nin yakınında Yakûp Paşa Tekkesi diye bilinen Çilehane Camii’nin giriş bölümündeki hücrededir.
“Hüsamî ” mahlasıyla âşikâne ve sofiyâne yazılmış çok sayıda şiirleri vardır.
Abdurrahman Rumi Efendi
Sultan İkinci Murat Han devri alim ve velilerden olup, Abdurrahim-i Rumi olarak da bilinir.1385-1390 yılları arasında doğduğu tahmin edilir. Asıl adı Abdurrahim Nizameddin’dir. Babası Sarı Danişmend adıyla tanınan Emir Aziz Efendi’dir. Merzifon’da dünyaya geldikleri için ve şiirlerinde “ Rumi ” mahlasını kullandığı için bu lakapla şöhret buldu. 1465’ de Merzifon’da vefat edip oraya defnedildi.
İlk tahsilini babasından ve memleketindeki diğer alimlerden aldı. Küçük yaştan itibaren sanat ve kültür yönü mükemmeldi. Bu sırada Osmancık’ta müderrislik yapan Akşemseddin ile dostluk ve arkadaşlıkları çok ileri idi. Bu iki dost devrin en büyük alimlerini tanıyarak onlardan feyiz almak ve tasavvuf yönünde ilerlemek istiyorlardı. Akşemseddin bu sebeple Ankara’da bulunan büyük alim Hacı Bayram Veli’nin yanına gittiyse de, onun müritleri için kapı kapı dolaşarak yardım toplamayı yanlış yorumlayarak bu tutumu beğenmeyip tekrar Osmancık’a döndü. Kalpleri ilahi aşk ile çarpan bu iki genç bir süre sonra Şeyh Zeynüddin Hafi’den ders almak üzere Mısır’a doğru yola çıktılar. Ancak Halep’e geldiklerinde Akşemseddin gördüğü bir rüya üzerine manen Hacı Bayram Veli’ye bağlı olduğunu söyleyerek geri Ankara’ya döndü.
Şeyh Zeynüddin-i Hafi, menkıbeleri Anadolu’da ağızdan ağıza dolaşan bütün İslam ülkelerinde saygıyla anılan büyük bir Türk bilgini tasavvuf alimiydi. Horasan’ın Haf kasabasında doğduğu için Hafi adıyla anılar.
Abdürrahim Merzifoni Mısır’da Şeyh Zeynüddin Hafi ile buluşarak ona candan bağlandı. Hocasının sevgisini kazanarak teveccühlerine kavuştu. Onun manevi himayesine ve terbiyesine girdi. Şeyh Zeynüddin ile beraber Horasan’a hocasının memleketi olan Haf’a gitti. Tasavvuf yolunda bulunanlar has terbiye ile, manevi makamlara kavuştu. Bu yolun vazifeleriyle meşgul olarak yükselip, kemale erdi. Hocası, kavuştuğu manevi makamlara ve hallere onu da çıkardıktan sonra icazet, diploma verdi.
Çelebi Mehmed Medresesi’ne müderris atandı: Abdürrahim Rumi Hazretleri’nin Merzifon’a gelmelerinden sonra burası ülkenin dört bir tarafından feyiz almak ve ilmindin istifade etmek isteyenlerin akınına uğradı. Bunu duyan İkinci Murat Han, ilminden daha geniş bir kitlenin faydalanmasını sağlamak kendisinden Merzifon’daki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi’nde müderrislik yapmasını istedi. Kabul buyurunca, beş akçe ile müderris tayin etti. Daha sonra, 1439 yılında yevmiyesi, üç akçe ilave ile sekiz akçeye çıkartıldı.
Bazı kimseler şeyhin müderrislik görevini ve tayin edilen üç akçe ücreti kabul etmesinin onun dünyaya olan rağbeti şeklinde yorumladılar. Buna karşın Abdürrahim hazretlerinin cevabı; “çeşitli eller yerine el tuttuk. Bir lokma nefsin ağzını kapattık.” oldu.
Tasavvuf yolunda olanlar, yedikleri içtikleri şeylerin helâl olmasına çok dikkat ederlerdi. Pek çok kimse Sultan gelen hediyelerin helâl olduğu şüpheli diye kabul etmezlerdi. Kabul etseler de fakir ve yoksullara dağıtırlardı. Sultan İkinci Murad her şeyi ile âdil bir sultan olduğundan, Abdürrahim bin Emir Merzifoni ondan maaş almakta mahzur görmedi. 1465 yılında vefatına kadar pek çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin içinde zamanın meşhur şairleri de vardı.
Abdülkerim Efendi ( İngiliz Abdülkerim)
Amasya’nın Karakise köyünden Ayrancıoğlu sülâlesinden Hüseyin Ağa’nın oğludur. Muhterem annelerinin adına Hafize Hatun derler. Tahsil çağına geldiği zaman köyünün imamından din derslerini ve Kur’an’ı Kerim’i okuduktan sonra Amasya’ya gelmiş; bir müddet Amasya’da tahsil görmüştür. Daha sonra ilmini tamamlamak maksadı ile İstanbul’a giderek devrinin tanınmış alimlerinden dersini bitirip mezun olmuştur. Daha sonra ilim öğretmekle meşgul olan üstat, kısa zaman içinde büyük ün kazanmış ve İstanbul alimlerinin büyükleri arasına katılmıştır. Müstesna bir zekâ ve ilmi gücü ile şöhreti artan Abdulkerim Efendi’nin ünü, Padişaha kadar intikal edip hakkında irâde-i padişahî sadır olarak öğrenim için İngiltere’ye gönderilmiştir. Orada kısa bir süre zarfında İngilizce’yi öğrenmiş dönüşünden sonra da kendisine “İngiliz Abdulkerim Efendi” lakabı takılmıştır.
1218 (1803/04) tarihinde Yenişehir Mollası; daha sonra Milli Eğitim Heyeti üyesi, Mekke ve İstanbul Payeleri ile taltif edilmiştir. Üstat 20 Rebiulevvel 1303 (27 Aralık 1885) senesi vefat edip cenazesi Fatih Sultan Mehmet Türbesi karşısındaki kabristanlığa defnedilmiştir.
Eserleri:
1275(1858/59) tarihinde ikmal eylediği “Mîzânü’l-Adl” adlı eseri ile 1303(1885) muharreminde bitirdiği “Silkûtî” haşiyesi “Câmi’ül-Hakâyık” ve tıp ilminden “Ruh Risalesi”, ayrıca yer kürenin yuvarlak olduğunu isbat eden bir eseri de vardır. Bütün hayatını okuma yazma ve ilmi araştırmaya verip, çalışmadan usanmayan üstad, ikindi namazından sonra da Fatih Camii şerifi’nde “Kâdî Beyzâvî” okuttuğu ve huzurunda 500 e yakın bilgin bulunup takririnden istifade eylediklerini adı geçen caminin ikinci İmamı Hafız Ebu Bekir Efendi ifade etmiştir.
Osman Fevzi Olcay yazdığı Amasya Meşahiri isimli eserinde İngiliz Abdulkerim Efendi ile ilgili dinlediği bir olayı şu şekilde nakletmiştir. “Bâyezid Kütüphanesi Müdürü İsmail Saip Efendi üstadımızı şahsen tanıdığını söyleyerek İslam alimlerinin iftihar kaynağı olan bir zat olduğundan övgüyle bahsederken özellikle Ruhiyat ilminde emsâline tesadüf edilmeyen müstesna bir alim olduğunu ifade ederek hakkında şöyle bir olay nakletmektedir.
Danimarka’da tıp alimleri tarafından bir kongre tertip ediliyor. Henüz mahiyeti bilinmeyen ruh hakkında, bu esrârı tabiiyye (bilinmeyen varlık) üzerindeki sırrın ne gibi bir şey olabileceği konusu hakkında bütün batı ruhiyyat alimleri maksada ulaşabilecek bir sonuç elde edememişlerdir. Nihayet bu problemi çözmek için bir de doğu alimlerinin görüşüne başvurma gereği düşünülerek özellikle İstanbul çevresinde bu ilimle ün yapan üstadın görüşünü almak üzere kongre üyelerinden Ruhiyatçı Prof. Rih denilen bir zatı görevli olarak İstanbul’a göndermişlerdir. Gelen bu zat, Abdulkerim Efendi’nin adını öğrenmiş ve üstadın ders verdiği Fatih Camii şerifine kadar gelip içeri girmiş; üstadın dersi bitinceye kadar camide kalmış ders bitiminde camiden dağılan alimler arasından üstadı görüp kendisine yaklaşarak layık olduğu hürmeti gösterdikten sonra, kendisini üstada takdim etmiş ve İstanbul’a Danimarka’dan geliş sebebini de izah etmiştir. Üstat Abdulkerim, misafirin meramını dinledikten sonra mütevazî bir eda ile Profesöre şöyle bir cevap ta bulunmuştur. “Danimarka gibi uzak bir mesafeden böyle bir kavramı öğrenmek için katlandığınız zahmet beni çok üzdü. Bana bir mektupla bildirmiş olsa idiniz sizi buraya kadar zahmet külfetinden kurtarırdım. Bu meseleyi de böylece halletmiş olurduk. Biliyorsunuz ki ruh: insan vücudu ile bütünleşmiş ondan ayrılması imkansız bir gölgedir. O bizde mevcut iken bizim malımızdır. O bizden ayrıldıktan sonra yine o odur” diye cevap vermiştir. Bu cevabı çok hakîmane bulan şarkiyatcı, ruhun mahiyet ve felsefesini tetkik ve tefekkürden sonra organizmanın hareketini sağlayan bu ilahi esrârın mahiyetini bu misalden başka bir şeyle anlamanın mümkün olmayacağına ikna olup üstatdan ruhiyat hakkında kendilerinden bir süre ders gördükten sonra memleketine geri dönmüştür.”
ACAR, Yavuz: (Amasya Milletvekili)
1925 yılında Kars’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Yüksek Orman Mühendisi olarak mezun oldu. Orman Bakanlığı Teknik Müşavirliği’nde iken 3. ve 4. Dönem Parlamento seçimlerinde Adalet Partisi’nden Amasya milletvekili seçilerek Meclise girdi. Amasya Valisi Şevket GÜR’ES’in kızı ile evlendi. 19 Şubat 1974’te geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybetti.
Milletvekilliği döneminde Amasya’nın ekonomik kalkınmasında önemli projeleri katkılarda bulundu. Amasya’da ilk defa çok ortaklı olarak kurulun FERSU adı altındaki 2400 hisseli Amasya Meyve-Sebze Suları ve Gıda A,Ş. Fabrikası’nın temellerini attı.
Âfitâbî (Şair)
Aşık Çelebi ve Hasan Çelebi’ye göre Merzifon’da doğmuş olarak gösterilmesine karşılık, Birçok mecmualarda ve Latifi tezkeresinde doğru olarak tespit ettiğine göre Amasya’da doğmuştur. Her iki tahmin de kesin olarak belirlenememiştir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Fatih Sultan Mehmed ve İkinci Bayezid devrinin tanınmış şairlerindendir. Zamanın ilimlerini tahsilden sonra Sûfiyan mesleğini seçerek hayatının büyük bir bölümünü vaizlikle geçirdi. Şehzade Bayezid’in ve Şehzade Ahmed’in Amasya valiliği sırasında ilim ve fazlı ile dikkatlerini çekti. Şehzadenin muhabbetini kazandı. İki gönül dostunun samimiyetini çekemeyenlerin şikayetleriyle gözden düştü. Afitâbî bu hâdiseden fazlasıyla üzüntü duydu. Afitâbî bu üzüntüsünü yazdığı bir kasidesinde anlatmaya çalışmıştır.
Yeter, düştüm ırak ok gibi, kurban olduğum rahmet
Ham-i ebrulerinden kim yed-i kudret kemanıdır
Zamanında bu şahın çek tasarruftan elin ey çarh
Kırarlar pir isen gönlün, yiğitlik unfüvanıdır.
Eski tezkereler Afitâbî’yi coşkun ve heyecanlı bir şair olarak anlatırlar. Aşık Çelebi’nin “ Şairler Tezkeresi” nde Afitâbî’ye ait kısa bir fıkraya yer verilmiştir. Sultaniye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Afitâbî’nin ölüm tarihi tahminen 1494 yıllarına rastlatılmaktadır. Mezar yeri bilinmemektedir.
EK BİLGİ:
882 senesinde Halimî vak’asında yakalanıp Ankara’ya gönderildi. Orada müderris oldu. 886’da Sultan Bayezid Hânın cülûsunda Sultânîye-i Merzifon müderrisi, buradan Ankara ve daha sonra Sivas kadısı olub 903’de kendi isteği ile emekliye ayrıldı.Amasya’da Sultan Bayezid evkâfına mütevellî ve Şehzâde Sultan Ahmed’in sohbet arkadaşı olduğu halde 907 senesi evâ’ilinde vefât etti.
Sultan Bayezid’ın cülûsunda Ankara’dan gönderdiği bir kasidesinden şu beyitler Latîfî tezkîresinde yazılıdır:
Müjen tîrine cân itmek hedef-i devlet nişânıdır
Velî benden gibi hâkînin ol devlet ne şânıdır
Yeter düşdüm ırâk-ı ok gibi kurbân olduğum rahmet it
Ham-ı ebrûlarından kim yed-i kudret nişânıdır
Zamanında bu şâhın çek tasarrufdan elin ey çerh
Yıkarlar pîr isen gönlün yigitlik unfuvânıdır.
Bir başka
Ney gibi sûz-ı derûn-ı âh nefesden bilinür.
Hânenin şenliği içindeki sesden bilinür.
Aşık Çelebi tezkîresinde diyor ki: “ Âftâbî, Çırak Çelebi nâmında bir nev-civâna mübtelâ idi. Şu gazel onundur:
Kâbe-i kûyuna yol vir ki ana yol varamaz
........dilegin ki yüz urub yalvaramaz
Çekdi çâk eyledi ten cübbesini ‘aşk henüz
Dostun dest-i gamından yakasın kurtaramaz
Dokunam dir dil-i uşşâk perişâna meğer
Ol perişâne ile zülfün anun çün daramaz
Afitâbî toğa devlet güneşi bir gün ola
Hakk te’âla kulunu kahr ile dâ’im karamaz”
Bu Çırak Çelebi Amasya’da Dârü’s-selâm mahallesinde mukîm olan Yağlu Murad Beg-zâde mîr-livâ Çırak Beg olmalıdır. Amasya defterdârı Sa’di Çelebi bin Hâcı Mahmud Çelebi de bu çırağın pervânelerindendir.
Bir başka kıt’ası:
Gafleti ko gözün aç ey gâfil
Elde iken koma reh-i talebi
Vaktine hazır ol ki çalındı
Pence-gâh-ı Muhammed-i Arabî.
KAYNAKLAR
-Sadeddin Nüzhet ERGUN, Türk Şairleri c.1,
- A.Aziz Taşan; Dünden Bugüne Merzifon. Merzifonlular Derneği yayını İstanbul 1979, s.63
-Hüseyin Hüsameddin; Amasya Tarihi; c.6, s.28
Ahmed Hulusi Efendi (Şirvanizâde)
Sirâceddin İsmail Şirvâni’nin oğlu ve Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa’nın kardeşidir. Amasya’da doğmuştur. Tahsilini bitirdikten sonra, 1284 (1867) tarihinde “Galata Mollası” olmuş ve “Mekke Pâyesi”yle daha sonra da “İstanbul Pâyelikleri”yle taltif edilmiştir.
1294 (1877) tarihinde memuriyetine son verilerek Afganistan’a gönderilmiş ve 1295 (1878) tarihinde “Diyarbakır Nâipliği’ine (kadı vekilliğine) ve daha sonra da Amasya’ya gelip 1306 (1888-1899) senesi Cemaziye’l-ûlânın on beşinci günü Amasya’da vefat ederek babasının gömülü bulunduğu Şirvanlılar Türbesi’ne defnedilmiştir. http://www.amasya.bel.tr/icerik/253/40/amasyanin-unluleri.aspx