ELAZIĞ EFSANELERİ
Çayda Çıra Efsanesi
Elazığ halkoyunlarının incisi çayda çıra oyunu elde tabaklar ve tabaklara konan mumlarla karanlık bir mekanda başlanarak oynanır. Elazığ’ın ulusal ve uluslararası tanıtımında büyük rolü ve adeta simgesi olan bu halkoyununun doğuşu hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Bu efsanelerden en yaygını şöyledir:
Uluovayı ortadan ayıran Harıngit çayının kıyısında kurulu bir köyde düğün vardır. Bu köyün ileri gelenlerinden birinin oğlu evlenmektedir. Yenilir, içilir, günlerce eğlenilir. Artık düğünün son gecesidir. Eğlence olanca coşkusu ve güzelliği ile devam etmektedir. Aniden ay tutulur. Bu olay pek hayra yorumlanmaz. Düğüne katılanlar bunu uğursuzluk olarak yorumlarlar. Davetliler tedirgin olur. Düğünün neşesi kaçar, coşkusu donar. Damadın annesi Pembe Hatun bu duruma çok üzülür. Ne kadar mum varsa köyde toplatır, tabaklara dizer ve orada bulunanların ellerine tutuşturur. Kendisi de başa geçerek mumların ışığında oynamaya başlar. Çalgıcılar hemen bu oyuna uygun bir müzik bulurlar. Davetliler coşar, eğlence devam eder. Böylece çayda çıra oyunu ve melodisi ortaya çıkar.
İkinci efsane: Fırat’ın azgın sularının aktığı bir yerde geçer. Nehrin iki yakasına yerleşen iki Oğuz boyundan iki genç, birbirlerini delice severler. Kız geceleri ışık yakarak oğlana yol gösterir. Böylece ışığı takip eden genç girdaba kapılmadan yüzerek karşı kıyıya çıkar. Bu gizli buluşmayı fark eden kızın babası bir gece kızının yaktığı ışığı söndürür. Suyun ortasında kalan genç yolunu bulamaz, girdaba kapılarak boğulur. Kız, oğlanın kıyıya çıkmadığını görünce o da kendisini sulara atar. Nehrin her iki yakasındaki köylüler meşaleler yakarak suda kaybolan gençleri ararlar, ama bir türlü bulamazlar. Bu hazin olayın sonucunda çayda çıra oyununun doğmuş olduğunu söyleyen araştırmacılar, figürlerin bir arama motifi olduğundan bahsederler.
Bu konuda merhum Fikret MEMİŞOĞLU bir yazısında Orta Asya Türkleri’nin çıra yakma geleneğinin Harput’ta korunup yaşatıldığını söyler.
Bugün Elazığ’da güvey ve gelinin misafirlerin huzuruna çıkartılması ve güvey gezdirilmesi geleneğinin yerine getirilmesi esnasında bu oyun oynanmaktadır.
Arap Baba Efsanesi
Harput’ta Alaca mescidin sol tarafından bir iki metre aşağı indikten sonra kayalar üzerinde küçük bir kapı görülür. Bu Arap Baba türbesinin kapısıdır. Türbe dikdörtgen şeklindedir. Zeminin tam ortasında yeşil kumaşla örtülü tahtadan bir sanduka içerisinde Arap Baba’nın cesedi bulunur. Cesedin başı yoktur. Sonradan buraya kesik bir baş konmuşsa da kesik başın cesetle hiç bir ilgisinin olmadığı görülür. Bütün uzuvlarıyla olduğu gibi varlığını sürdüren cesedin göğüs ve karnı nispeten çökmüş, özellikle el ve ayakları tırnaklarına varıncaya kadar şaşılacak bir biçimde sağlamdır. Cesedin uzun zaman mumyalanmış olduğu ifade edilmişse de bu konuda yapılan çalışmalarda sağlıklı bir sonuca varılamamıştır.
Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılmaktadır. Bunlardan en fazla söyleneni şöyledir.
Harput ve yöresine bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı mescidin yakınlarındaki bir evde Selvi adlı yaşlı bir kadın rüyasında Arap Baba’nın başı kesilipte bir dereye atılırsa yağmur yağacağını görür. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam veremez. Ancak aynı rüyayı üç gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap Baba’nın cesedinin başını gövdesinden ayırır. Kesik başı dereye atar. Gerçekten de yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur... Yağmur değil adeta tufan. Dereler coşar, her yanı sel basar ve bir türlü dinmek binmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar bu sefer de bu felaket karşısında muzdarip olurlar. Selvi kadın rüyasında Arap Baba’nın kesilen başı yerine konulursa yağmurun dineceğini görür. Arar, bir kesik baş bulur, yerine koyar yağmur durur.
Harputlular bu olay üzerine Selvi kadının korkunç bir hastalığa yakalanarak günlerce ızdırap çektiğini sonra da öldüğünü söylerler.
Arap Baba hakkında başka rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin bazılarına göre bu zat bir Selçuklu komutanıdır. Kimilerine göre ise Arabistan’dan Harput’a gelerek orada çobanlık yapan ermiş bir kişidir.
Arap Baba türbesi, bugün halkın ziyaretine açıktır. Yurdumuzun dört bir tarafından ve yurt dışından gelen misafirler mutlaka bu türbeye uğrar, ziyaret ederler.
Harput Kalesi (Süt Kalesi) Efsanesi
Harput kalesinin bir adı da “Süt Kalesi”dir. Bu kaleye Süt Kalesi denmesinin ilginç bir hikayesi vardır. Kalenin temelleri atılır. Kale duvarları yükselmeye başlar. Ancak o yıl başlayan su kıtlığına bir çare bulunamaz. Aynı yıl bu su kıtlığının aksine hayvanların sütleri oldukça boldur. Zamanın hükümdarı emir verir. Harç için süt kullanılacaktır. Hayvanlar sağılır. Harç süt ile karılır, kale tamamlanır.
Diğer bir efsaneye göre ise kalenin pek çok dehlizi vardır. Bu dehlizlerden birinde güzellerden güzel bir kız yaşarmış. Ancak büyülü olduğundan sürekli kendisi için yaptırılan bir altın köşkte uyumaktaymış. Yalnız her yıl bir kez uyanır “Süt Kalesi yıkıldı mı? Katırlar kuzuladı mı? (yavruladı mı ?) Dere hamamının yerinde yeller esiyor mu? Diye sorar, sonra yeniden uykuya dalarmış. Eğer bu sayılanlar gerçekleşirse Harput yıkılacak, kıyamet kopacakmış. Bazı kişilerin bu kızın sesini duyduğunu da kulaktan kulağa söylenir.
Ejderha Taşı Efsanesi
Bu efsaneyi de Elazığlı değerli yazar şeyhül muharririn Ahmet KABAKLI’dan dinleyelim,Ejderha ne demektir çocuklar? Siz de bilmezsiniz ben de... Başkaları da pek bilmezler.İnsana benzer güzel bir yılanın irisi diyenler var. Yontma-taş devirlerinde ilk atalarımızın mağaralarında boy gösteren Mamut gibi bir kocaman yaratık diyenler de var. Onu yılanlar prensesi Şahmaran’ın oğlu veya babası diye tanıtanlar da oluyor.Ben ejderhayı bilmem, siz de bilmezsiniz. Fakat, ana babalarımızın dilinde kullanılıp yaşatıldığına göre, daha çok hayallerde peydah olmuş, gerçek değil de “kuramsal” mahluklardan olsa gerek.
Ejderhayı bana sormayın, bende size sormayayım, çünkü canlılar arasında yeri yoktur. Ama siz bana, Ejderhayı nasıl hayal ettiğimi, nasıl tasarladığımı sorarsanız, bunu anlatabilirim. Siz de böyle şeylerin zihninizde nasıl biçimlendiğini yazmaya, çizmeye, anlatmaya, çalışırsanız, iyi olur. Sakın, tasavvuru ve hayali yabana atmayın. Çünkü bildiğiniz bilmediğiniz masallar, romanlar, filmler tablolar, anıtlar, hep hayal gücünden meydana gelmişlerdir. “Sanat eseri” dediğimiz tılsımlı şeyler, çocuklukta gelişen hayal dünyamızın verimleridir.
Bana sorarsanız Ejderha hiç de korkutucu, ürkütücü değildir; kocaman, iri ama çok sevimlidir. Hatta köpek, kedi yavruları gibi onun da koca gövdesiyle yere sırt üstü yatıp yuvarlanarak çocuklarla şakalaştığını düşünmekten zevk alırım.Gözleri eşeklerin gözleri gibi munis gelir bana. Tüyleri kuzu tüyü yumuşaklığındadır. Geceleri rengarenk olur ejderha ve uzaktan ışıl ışıldır. Yavruları da vardır Ejderha’nın. Onları emzirir, okşar ve yalar. Bazen insan gibi konuştuğunu güldüğünü, ağladığını hatta elbise giyip dolaştığını bile hayal ederim.Şimdi bunları söylüyorum ama, çocukluğumda ejderhadan çok korkardım. Daha doğrusu, ejderhadan değil de Ejderha Taşı’ndan korkardım.Neydi Ejderha Taşı? Bakın anlatayım: Bugünkü Elazığ’ın aslı ve atası olan Harput’u bilirsiniz. Çocukken biz kartal yuvasına benzeyen, çok camili ve çok türbeli, Harput’ta otururduk. Yazlarımız ise Harput yakınındaki “Göllü Bağ” denilen bol dutlu, elmalı, üzümlü bahçemiz de geçerdi. Babamı, henüz tanıyacak yaşa gelmeden kaybetmişim. Annem, kardeşimle bizim ellerimizden tutar, bizi Harput’tan Göllübağ’a götürürdü.Tabi o zamanlar araba yok, otobüs yok. Varsa bile şehirlerde tek tük görünürdü. Fakir olduğumuz için hayvana binemezdik. Varsa varsa, ağır yüklerimizi taşıyan bir tek eşeğimiz olurdu. Bu yüzden yaya gelirdik Göllübağ’a, dört kilometrelik yol, çocuk adımlarımızla iki saat sürerdi. Ama ben, çevre yanı yeşiller, bol katırtırnakları, keşişkelleleri, sütlügenler, kevenler, kengerler, dağ reyhanları, ahlat ve aluç ağaçları dolu bu yolu çok severdim. Yürümek canıma minnetti. Ayrıca pınarlar vardı ki taştan çardakları andırırlardı. Temmuz sıcağına serinlik ve ıslaklık katan bu pınarlarda yolcular dinlenir, azıklarını yerlerdi. Yalaklarından hayvanlar ağır ağır su içerlerdi....
İşte bu yolun başladığı bir yassı tepe üzerinde, Harput’a bakar gibi sırtı ve başı havaya kalkmış, devimsi kara bir taş vardır. Kendisi toprağa gömülmüş de, sırtı, boynu ve ayağı açıkta kalmış, yürüyüş halinde bir dev-hayvan heykelini andıran bu kocaman görüntünün, iki yanında da tıpkı kendine benzer, ikişer yavrusu bulunur.
Annem, herhalde bizi yutar korkusundan olacak, bu büyük ve küçük taşların üstüne çıkmamıza izin vermezdi:
-Bu Ejderha Taşı’dır derdi.
-Ne demek ana Ejderha Taşı?
-Oğlum, bu gördüğünüz şey vaktiyle ifrit bir ejderha imiş; yanındakiler de onun yavruları. Bak görüyor musunuz, Harput’un üzerine doğru yürüyorlar! O eski zamanlarda meğer Harput’u yutmaya gelirlermiş de, şehirde herkes korkmaya başlamış.
Bunun üzerine, ağzı dualı, gönlü temiz, çok okumuş Allah’a yakın adamlar, şu karşıdaki, Eğri Minarenin yanında görünen Süt Kalesi’nin mescidine çıkmışlar. Alın koyup namaz kılmışlar ve hep bir ağızdan halka dua, bu canavara da beddua etmişler ki, olduğu yerde kalsın. Harput’u yutmasın... Kurban olduğum Allah, işte o ulu kişilerin dualarını kabul etmiş de, bu ejderha ile yavruları hemen şuracıkta taş kesilmişler! Siz de sakın bu yerlerde, bu millete, bir eğrilik, bir kötülük etmeyin ha! Allah sizi de taş yapar!..
Anam, bu Ejderha ile yavrularının, gerçekten taş kesildiklerine ve yanında durduğumuz siyah kayaların, onların vücudu olduğuna inanırdı. Çünkü bu şehrin, bu dağların, bu efsane ve inançların çoğu idi. Gençti de. Annesinden, çevresinden ne duymuşsa onu anlatıyordu.
Ama bizim gözlerimizin yuvarlandığını ve korkmaya başladığımızı görünce hemen sesini yavaşlatır:
-Allah onu taş yapmış ama, kim bilir ne kadar eskiden... Sonra, çok büyük fenalık yapacakmış, camileri ve insanları toptan yutacakmış da ondan taş yapmış Rabbim. Siz korkmayın! Allah’ım size kıymaz. Hiç de taş olmazsınız! Derdi ve sanki taş kesilmemizi önlemek isteyen bir çabuklukla gelir, boynumuza sarılır beni ve kardeşimi öperdi.,
Zamanlar geçti, Ejderha Taşı’ndan korkmaz oldum. Hatta bu asrın dev kamyonlarını, silahlarını, tanklarını, uçaklarını onların ölüm saçan, yıkan kazalarda insanlar parçalayan vahşetini gördükçe eski zamanın o ejderhaları bana çok da munis, afacan, yaramaz ve sevimli gelmeye başladılar.Ama, bu Ejderha Taşı efsanesinin bende uyarttığı dersi anamın anlattığı şeylerin hikmetini, hiç bir zaman unutamamış, yalana ve hafife almamışımdır. O yüzden hala inanırım ki: Güzel yurdumuza fenalık yapmaya, onu yutmaya, sömürmeye veya elimizden almaya gelenler veya kalkışanlar, temiz huylu, yüce ruhlu milletimizin duaları ile taş kesilirler; gayretleri ve savaşları ile perişan olurlar.
http://www.elazigkulturturizm.gov.tr/belge/1-57155/anlatmalar.html
HAZAR GÖLÜ EFSANELERİ
Gölcük Efsanesi – 1 :
Gölün yerinde eskiden büyük bir şehir varmış. Şehre dilenci bir kadın gelmiş. Belki de bu Cenab-ı Allah’ın gönderdiği Hızır A.S. mış. Tuz istemiş, sadece bir evden bu kadına tuz vermişler. Kadın da orada beddua etmiş:
”İnşallah, bu gece sabaha kadar şu evin dışında evleriniz su keser” Hakikaten de orası sabahleyin su kesmiş, suyun içinde sadece bir ev kalmış. Dilenciye tuz verdiği için o evi su kesmemiş.
Gölcük Efsanesi 2 :
Gölün ortasındaki kilisenin papazı, gündüzleri kiliseden çıkar, arazisini gezermiş. Harman zamanı harmanını çıkarır, akşamlan geç vakitlerde kiliseye geri dönermiş. Papazın çok güzel bir kızı varmış. Kıyı köylerdeki bir Türk gencine aşık olmuş. Delikanlı geceleri yüzerek kiliseye gelir, kızla buluşurmuş.
Oğlan, kıza:
”Gece pencereye bir mum bırak; ben uzaktan ışığı görüp geleyim” diye tembih etmiş. ..
Bu iş uzun boylu böyle devam ettikten sonra, yöre halkı tarafından duyulmuş. Papaza demişler ki:
”Yahu, senin kızın bir Türk delikanlısı ile geceleri buluşuyor, aşk yapıyorlar”
Papaz yine tarlasına gitmiş; gece biraz geç dönmüş. Gelmiş ki hakikaten kızı pencereye mum koymuş. Papaz gidip mumu oradan kaldırmış.
O sıralarda aşığı kızla buluşmak için suda imiş. Adayı karanlıkta bulamamış. Dolaşmış, dolaşmış; nihayet yorgun düşerek suda boğulmuş.
Kız sabaha yakın bir zamanda oğlanın gelmediğini görünce, hemen yatağından kalkmış ”seslenirsem belki canlı olarak kurtarabilirim” diye düşünmüş. Kiliseden uzaklaşmış. Geri dönerken kaybolmuş. İkisi birden gölde boğulmuşlar.
Bunların dünyada bitmeyen aşk oyunları, suyun altında devam etmekte imiş.
. Pilavtepe Efsanesi:
Bu efsane Pilavtepe ile ilgili olarak anlatılır.Zamanın birinde bir çoban bu tepede sürüsünü otlatıyormuş.Tepede suyun olmayışından dolayı hem çoban hem de sürüsü susuzluğa mahkum olmuşlar.Çoban Allah’a yalvarmış.Çoban içinden suyu bulabildiği takdirde iki koç kurban edeceğini söylemiş.Tam bunları düşünürken tepenin zirvesinden iki taşın arasından suyun aktığını görmüş.Zor durumdan kurtulan çoban sözünü unutarak elbisesinden çıkardığı iki biti koçların yerine koyup öldürmüş.Çok geçmeden çoban ile sürüsü taş kesilmiş.Tepenin üstünde ve etrafında taşlar üst üste yığılı,peş peşe dizili,koyun sürüsünün duruş ve yürüyüşü gibi bir görüntü arz etmektedir.1000 m. Yükseklikteki tepenin zirvesinden çıkan suyu yöre halkı halen götürüp sütlerine maya olarak kullanmakta ve bu suyun süte bereket ve bolluk getireceğine inanmaktadır.
Pir Cemal Abdal Efsanesi:
Delikan Köyü’nde oturan Pir Cemal Abdal Peri Suyu kıyısına gelir ve biraz uzakta olan asma köprüye gitmeyip cüppesini çıkararak suyun üzerine atar.Cüppeye binerek karşıya geçer.Bu sırada Bağin Kalesi Beyi’nin kızı sarayının penceresinden bu olayı görür.Hayretler içinde kalan bey kızı koşarak olayı babasına anlatır.Bey hemen adamlarını göndererek Cemal Abdal’ı yakalatır ve sarayına getirtir.Cemal Abdal’ın sihirbaz olduğunu ileri sürerek fırında yakılmasını ister.Ertesi gün fırının kapısını açtıran Bey Cemal Abdal’ı bıyıkları ve sakalı buz tutmuş bir halde bağdaş kurup otururken bulur ve mükafatlandırır.
Karabuk (Karagelin-bahtsız gelin) Efsanesi:
Mahmutlu-Lehan Köyleri arasındaki Karabuk Mevkii ile ilgili anlatılan bir efsaneye göre bu mevkiden bir düğün alayı geçmekte iken toprak yarılmış.Gelin bindiği atıyla beraber yarılan toprağa düşmüş ve açılan yarık tekrar kapanmış.Halk arasında bu mevkie Karabuk (kara bahtlı gelin anlamında) adı verilmiştir.
Külükoğlu Efsanesi:
Pilavtepe denilen köyde yaşayan,Külükoğlu diye bilinen kişiyle ilgili bir efsanedir.
Günün birinde köyde bir toplantı yapılır.Külükoğlu’nun toplantıda olmadığını gören köylüler çağırmak maksadı ile evine iki kişi gönderirler.Külükoğlu’nu evinde bulamayan haberciler onun dağdaki davar barınağına giderler.Daha içeri girmeden HU çeken sesler duyarlar.Pencereden baktıklarında giysileri aynı, yüzleri aynı, başörtüleri aynı otuz-kırk kişi görürler.İçlerinden hangisinin Külükoğlu olduğunu anlamazlar. Ses çıkarmadan köye geri dönerler. Olayı köydekilere anlatırlar. köylüler inanmak için dört kişi daha gönderirler. Onlar da gidip durumu aynı şekilde görüp dönerler. Sabahleyin durumu Külükoğlu’ndan sorup öğrenmek isterler.Külükoğlu köye gelmeden oğlu Kel Mahmut babasına kahvaltı hazırlar ve yola koyulur. Dağdaki barınağa yaklaştığında, karda babasının sopası ile meşe ağaçlarına vurduğunu, vurdukça meşelerin göverip ve peşinden davarın bu meşeleri yediğini görür. Babası geriye dönüp baktığında oğlunu görür. Der ki: Oğlum! Sen beni bilmeyerek mahcup ettin. Allah’tan dileğim üç günde öleyim. Sen de üç ay zarfında bilmediğin yere gidesin. Senede bir gelip türbemi ziyaret edesin. Deniliyor ki Külükoğlu üç gün sonra ölür ve oğlu da üç ay sonra Kiğı’nın Elmalı Köyü’ne gider.
Halen Külükân (Pilavtepe) da Külükoğlu’nun akrabaları vardır.Külükoğlu’nun türbesi Karakoçan’dan Çan’a giden yolun kenarındadır.
Golan Efsanesi:
Golan Kaplıcaları civarındaki kayalıklarda bir çift geyik yaşarmış.Avcılar bunları vurmak istemişler.Bunlardan birini vurarak kayanın tepesinden suya (Peri Suyu) düşürmüşler.Diğer geyik kayıplara karışmış.Efsaneye göre kayıp geyik her yıl gelerek kayalıkların tepesinden suya doğru sesler çıkarmaktadır.Sudan da cevabi sesler gelmektedir.Bu karşılıklı seslerden sonra suyun bir can aldığına inanılmaktadır.
Yücekonak Efsanesi:
Yücekonak ’ta bulunan gölle ilgili olarak anlatılır:
Adamın biri, otlaması için atını gölün kenarına bağlar. Gölden erkek bir atın gelip onun atıyla çiftleştikten sonra tekrar göle girdiğini görür. Bir yıl sonra atın bir tayı olur. Adam güzel olan bu tayı çok sever. Atını ve tayını alarak tekrar aynı yerde bağlar. Yine gölden çıkan at gelir ve bu defa tayı alarak sulara karışır.
Kuriş Baba Efsanesi:
Çelekas (Balcalı)‘daki Kuriş Baba mağarası için anlatılır: Çok eski zamanlarda bir savaş olur.Kuriş Baba atıyla kaçarak bir rivayete göre kendisinin oyduğu, başka bir rivayete göre Allah tarafından oyuk hale getirilen sadece kendisi ve atının sığabileceği büyüklükte bir mağaraya sığınır. 40 gün 40 gece yemeden içmeden orada saklanır. Daha sonra askerler tarafından bulunur.Bu sürede yemeden içmeden nasıl yaşadığını sorarlar. İçlerinden biri ermiş olduğunu söyleyince padişah: -“Deneyelim, eğer ermiş kişi ise kendisini kurtarır.”der. Götürüp ateşle kızdırılmış fırına atarlar. Ertesi gün gelip baktıklarında donmak üzere olduğunu görürler. Ermiş olduğuna inanılır ve serbest bırakılır.
AHMETBEY CAMİİ EFSANESİ
Harput'un Ahmet Bey Mahallesinde aynı adı taşıyan bir cami vardı. Bu mabedin minaresini çıngıraklı bir kedinin beklediğine inanılırmış. Minareye inip çıkanlar çıngırağı duyarlarmış. Ama kedi herkese görünmeyip yalnız boy abdestsiz (gusülsüz) minareye çıkanlara görünürmüş .
Caminin müezzini Harput'un ünlü Deli Hayro'su. aklı başında, beyaz sarıklı, siyah cüppeli bir adam... Kedinin hışmına uğrayarak aklını kaybeder...
Kedi kime görünse; hâli harap ya aklını kaybeder ya ölür yahut da kör olurmuş. İşte Deli Hayro'da kedi yüzünden aklını kaybettikten sonra kimse camide müezzinlik yapmaya cesaret edememiş. Aylarca müezzinsiz kalan camiye sonunda anadan doğma âmâ olan Hafız Kör Musto müezzin olmuş.
YILANDAĞI EFSANESİ
Yılan Dağı, Çemişgezek ilçesinin kuzeyinde Aşağı Munzurlar da denilen silsilenin takriben 300 rakımlı noktasıdır.
Bu dağ ve çevresindeki yaylalar, bölgede yayla koyunculuğu ile iştigal eden ve Savaktılar olarak da adlandırılan kışlakçı (yan göçebe) toplulukların sürülerini otlattığı serin otlaklardır.
Her yıl mayıs ayı başlarında, dağların eteklerinde karlar erimeye başlayınca bu göçebe aşiretler, kış boyunca barındıkları köylerinden bu serin yaylalara göçmeye başlarlar. Bu topluluklar için dağa çıkış mevsimi bir bayram şenliği hâlinde başlar, sonbahar dönüşü de âdeta hüzünlü bir ricat gibidir.
İşte böyle yaylaya göç başladığı bir mevsimde taze evli genç ve güzel bir Savak gelini, mensubu olduğu toplulukla beraberdir. Sırtında turik* denilen sırt çantasında taşıdığı altı aylık körpe bebeği ile meşakkatli bir yolculuktan sonra yurt yerleri olan yılan çukuruna ulaşılır. Çadırlar kurulur ağırlıklar yerleştirilir. Burası bol otlu ve sulu bir yayladır. Birkaç günlük yerleşim telaşının yorgunluğu ile genç gelin bebeğini turiğine yerleştirip, sırtına alarak, obadan biraz uzakça bir kuytuda bulunan buz gibi bir kaynaktan bir yudum su içip yorgunluk atmak arzusu ile o yöne yönelir. Askerde olan genç eşini hatırlar, gönlünde yakıcı bir hasret, dudaklarında hazin mâniler mırıldanarak kaynağa ulaşır. Turiğini sırtından indirir. Bir yudum soğuk su içip ağlayan bebeğini emzirmek için doğrulurken korkunç ürkütücü bir sesle irkilir. Sağ taraftaki dik yamaçtan, hayal bile edemeyeceği büyüklükte bir yılan hışımla bulundukları yere doğru süzüldüğünü görür. Baş tarafı yerden metrelerce yüksekte, kuyruk kısmı taa uzakta ulu dağın tepesinde olan bu canavardan kaçarak kurtulmak mümkün değildir. Ruhunda aniden şimşek gibi çakan bir umut ışığı ile, olduğu yere diz çöker, ellerini semaya doğru açar ve inancının bütün samimiyeti ile Yaratan'm, esirgeyici ve bağışlayıcı ulu kudretine sığınır ve haykırır:
-Hey ulu yaratan !Bu ıssız dağ köşesinde, masum yavrumla beraber korkunç canavar karşısında çaresiz ve korumasız durumda kaldık. Bu masum yavrunun günahı yok.benim de hatam, günahım varsa bağışla!.. Bizi bu canavarın şerrinden koru!.. Bağışlayıcı, koruyucu îsm-i Âzam'm hürmetine bizi bu darlıktan sen kurtar.
O anda şişirilmiş bir tulumun boşaltılmasından çıkan bir sesi andırır bir ses duyar. Yalvarışları süresince havada kalan yorgun kolları yanına düşer, umutsuzlukla kapanan göz kapaklan aralanır,başı boşlukta dikili duran canavar, hareketsiz âdeta donmuş simsiyah bir kaya parçası hâlinde duruyor
Ruhunun bütün samimiyeti ve coşkusu ile toprağa eğilir,Ulu Yaratan'ın tecelli eden bu mucizesi karşısında O'na şükran borcunu secdeye kapanarak ifadeye çalışır ve huzuru kalp ile:
-Oh...Allah'ım Sana binlerce hamd ve senalar olsun Ben bu mucizeyi gözlerimle gördüm....İzleri dünya durdukça insanlığa ibret levhası olsun!...
Bu gün Yılan Dağı'nın alt eteklerinde Yılan Çukuru denilen bu yurt yerine gidenler, başı âdeta semaya yükselen bir kaya parçası görürler. Dağın jeolojik yapısı üzerine âdeta bir tezat teşkil edercesine bu kaya yığınının simsiyah bir hat hâlinde yılan dağının dik yamaçlarından zirveye kadar uzandığını merak ve ibretle seyrederler. Bilim çevrelerinin bunun volkanik bir lâv akıntısı olduğunu ısrarla söylemeleri dahi halk arasında bu efsaneyi unutturamayacaktır. Dağ yine Yılan Dağı, yayla yine Yılan Çukuru, adıyla kıyamete kadar efsanesi ile hafızalarda yaşayacaktır.
|