İZMİR EFSANELERİ
İZMİR EFSANELERİ
Selçuk’ta Yedi Uyurlar Efsanesi
Vakti zamanında Dakyanus adlı bir oduncu, her gün Efes Dağlarına gider, akşama kadar topladığı odunları satar, geçimini temin edermiş. Bir gün dakyanus yerde bir yazılı taş bulur.. İlgisini çektiği için onu yanına alıp kasabaya getirir. Kasabanın bakkalına götürür ve onu okumasını rica eder. Bakkal kitabeyi okuduktan sonra:
-Sen fakir adamsın, paraya ihtiyacın var. Bırak şu odunculuğu, bu dükkanı sana bırakayım, yeter ki taşın çıktığı yeri bana göster, taş ta senin olsun der.
Oduncu kabul etmez;
-Ben senin dükkanını falan istemem. Eğer okuyacaksan bunu oku, yoksa bırak başkasına okutturayım, deyince; bakkal (bilgili ve okur-yazar bir insandır) kitabeyi okur ve der ki: “Sakın taşı kimseye verme, sen cahilsin, bu taşın çıktığı yerde üç küp altın bulacaksın. Zengin olup ilerde kral olacak ve hatta Tanrılığını ilan edeceksin.” Oduncu güler ve işine devam eder.fakat bu sözler onu bir düşünceye salar ve merak uyandırır. Ertesi günler taşın çıktığı yerleri deşmeye başlar. Açılan delikte bir tuğlanın altından toprak kayarak deliği büyütür ve bir mahzende gerçekten üç küp altın bulur. Altınları hemen götürmeye çekinir ve hergün peyderpey onları taşımaya başlar. Tabii zengin olur, çok iyilik seven bir insan olduğu için fakirlere yardım etmeye ve kasabaya bir hayrat yapmaya başlar.
Derken devrin kralı ölür. O zamanlar kralları halk seçermiş. Kimi kral seçelim derken akla Dakyanus gelir. Halk, “Fakirlere yardım ediyor, devlet bütçesine ihtiyacı yok” der. Sonra karar uygun görülür ve Dakyanus kral seçilir. Zamanla çok ünlü bir kral olunca kendini büyük görmeye başlar ve Tanrılığını ilan etmek ister.
Bir gün vezirlerini toplar ve bu kararını ilan etmek üzereyken bir sinek musallat olur ve kulağına, gözüne, burnuna, ağzına konarak kralı konuşmaktan alıkoyar. Buna rağmen kral :
- Arkadaşlar! Bir sinek konuşmama mani oluyor, kısa kesmek isterim. Ben Tanrılığımı ilan ediyorum.
Böyle deyince vezirlerden altı tanesi hemen yerinden fırlayarak;
-Fakat bizim Tanrımız var. O varken ikinci bir Tanrıya inanmamız güçtür, derler.
Kral Dakyanus celallenir ve onları huzurundan kovar. Daha büyük bir kötülük yapmasından korkan altı vezir sarayı terk ederek şehirden kaçarlar. Şimdiki kızlar cimnazı (Kızıl Gedik)’nın bulunduğu yere gelince, orada köpeği ile bir çoban görürler ve hadiseyi anlatırlar. Çoban:
-Benim efendim de aynı şekilde iddialarda bulunuyor, ben de kaçmak istiyorum. Sizinle beraber geleceğim, der. Hepsi beraber şimdiki yedi uyuyanlar Mağarasına girerek derin bir uykuya dalarlar. Zabıtalar Efes dağlarını arar tarar, fakat onları bulamazlar. Bilinmez aradan kaç yıl geçtikten sonra uyandıkları zaman çok acıktıklarını hissederler ve içlerinden biri şehre ekmek almaya iner.
O zaman Dakyanus ölmüş ve yeni krallar bu zengin kralın hazinelerinin nerede olduğunu merak eder dururlarmış. Bu bakımdan halka verilen bir emirle kimde o devre ait olan bir para bulurlarsa yakalayıp saraya getirmeleri tembih edilmiş.
Fırıncı o devrin parasını görünce, adamın saç, sakal ve kıyafetinden şüphelenerek durumu saraya haber verir. Zabıtalar hemen adamı yakalayarak geldiği yeri göstermelerini emrederler. Fakat geldiklerinde mağaranın kapısı Tanrı’nın emriyle tekrar kapanır. Ve bir daha açılmaz.
Rivayet edilir ki, sonradan eshab-ı Kehf denen ve mağarada 200 yıl yaşadıkları anlaşılan yedi uyurların kaç yıl uyudukları şöyle anlaşılmış: Beraberinde bulunan çoban köpeği her yıl tüy değiştirirmiş. Onun yattığı yer bulunmuş ve üst üste duran tüylerden anlaşılmış.
( Sabahattin TÜRKOĞLU Selçuk İlçesinden Hasan KİMSESİZ’den derlemiştir. T.F.A.)
TANTALOS
Tantalos, ismi efsanelere karışmış bir kral. Bir efsaneye göre, Kral halkı ile birlikte Sipilos dağında yaşar ve Batı Anadolu’yu yönetirdi. Tantalos’un iki oğlu vardı. Biri “Niobe” (Manisa’da ağlayan kaya haline gelen oğlu), diğeri “Pelops” idi (Yunanistan’a giderek Olimpiyat Oyunlarını başlatan oğlu). Tantalos bir Anadolu tanrıçası olan Kibele’ye inandığı ve Heles tanrılarını tanımadığı için tanrıların gazabına uğramıştır. Ona verilen ceza dünyanın her yerinde “Tantalos İşkenceleri” olarak anılır. Baş tanrı Zeus’un onu yer altı ülkesine atıp (Hades’e), hapsettiği anlatılır efsaneye göre.
Bir başka efsaneye göre ise Tantalos oğlu Pelops’i keserek etiyle tanrılara şölen düzenlendiğinden bahsedilir.
NOT: Tantalos’un mezarı, bugün Bayraklı’da tahrip olmuş biçimi ile bir gecekondunun temelleri altında kalmıştır.
KÜÇÜK FAUSTINA
Roma İmparatoru Antoninus’un kızı Annia Galeria Faustina İspanyol bir savaşçı ile romantik bir aşk yaşayarak, MS 145’te evlendi. Eşi Marcus Avrelyus Roma İmparatoru oldu. Asya seferi sırasında (Büyük İskender ile karıştırmamak gerekir) karısı ile İzmir’e gelerek bu kente hayran kaldılar. Faustina’nın Kadifekale surlarından denize karşı beyaz güvercinleri azat ettiği söylenir. Faustina’nın genç yaştaki ölümüne, bir de MS.178’deki büyük deprem eklenince İmparator Marcus karısının çok sevdiği bu şehri canlandırmak için Agora şehrinin imarını tekrar başlatır. Faustina’nın kabartması bugün hala Agora’da bir kemerin üstündedir.
Berna ULUZ 5 Sos/ A
GELİN TAŞI VE DEDE TEPESİ EFSANESİ
Güzel İzmir'imizin Bergama ve Dikili ilçeleri arasında Kaynarca denilen büyük bir bataklık varmış. Sazlarla örtülü olan bu bataklıkta pek çok kaynak gizliymiş. Bu kaynaklara düşenler, tabaklanmış deriye dönerlermiş.
Vaktiyle bu Kaynarca'nın olduğu yerde bir memleket varmış. Verimli tarlaları, besili hayvanları pek çokmuş. Bu memleketin halkı o kadar zengin olmuşlar ki, ekinlerini ekmek, hayvanlarım otlatmak için başka yerlerden işçi getirip çalıştırıyorlarmış. Fakat gelenler oranın ahlakını bozmuş, halkı baştan çıkarmışlar.
Bir gün bu memlekete bir pir gelir, halka nasihatta bulunarak akıllarını başlarına toplamalarını söyler. Bu pîrin sözlerine kimse kulak asmadığı gibi, bir de altın ve gümüş dolu iki kuyunun arasına ekmek su vermemeksizin hapsederler. Pîrin haline acıyan bir kız, kimselere görünmeden bu ihtiyara ekmek ve su getirir, onu ölmekten kurtarır.
Bir müddet sonra bu kızın düğünü olur. Kırk gün, kırk gece süren eğlencelerden sonra bütün halk sarhoş olur, yerlerde sürünmeye başlarlar. Gelin yeni evine gitmek için atına biner, yola çıkılır. O bölgenin âdetine göre, geline, köyün hemen yakınında bulunan bir kuyudan üç yudum su içirmek ve aynı kuyunun etrafında üç defa dolaştırmak gerekir. Kuyunun başına gelinir, tam gelin su içeceği sırada o pîr karşılarına çıkar ve der ki:
. «Durmadan arkamdan yürüyün, sakın arkanıza bakmayın. Yoksa hepiniz taş olursunuz!»
Pîrin bu sözlerinden korkan halk onun peşine takılır ve koşmaya başlar. Arkalarından müthiş gürültüler kopar, acı çığlıklar atılır. Buna dayanamayan birisi arkasına dönüp bakar. Evlerden suların fışkırdığını, memleketi kara dumanların bürüdüğünü görünce «Yandım.» diye Kendisini yere atıverir. Ne olduğunu anlamak için hepsi arkalarına bakarlar ; pîrin sözünü dinlemedikleri için de taş kesilirler. Kurtarmak istediği kızın taş kesilmesine çok üzülen pîr, tepeye tırmanır ve fazla gidemeden orada ruhunu teslim eder.
Bu hadiseden sonra, kızın taş kesildiği yere Gelin Taşı, pîrin ruhunu teslim ettiği tepeye de Dede Tepesi adı verilir.
Bu efsaneyi tamamlayan şu iki motifi de buraya eklemeyi faydalı buluyoruz.
Kaynarca'daki memleketin batması sırasında başka bir gelin de bir katar deve ile birlikte Çandarlı'ya gidiyormuş. Bu kafile de oldukları yerde taş kesilmiş. Çandarlı yolunda, Demirtaş'ın yanındaki Katar Kayalar adını bu hadiseden alıyormuş.
O büyük felâket sırasında Kaynarca'dan kaçmak isteyen bir bezirgân Kalarga Tepesine sığınır. Bütün eşyası ile birlikte taş olmaktan kurtulamaz. Bugün Kalarga tepesinde görülen kayalar, halkın ifadesine göre, birbiri üstüne konmuş bez toplarına ve bir adama benzemekteymiş.
[ Osman BAYATLI : Bergama’da Efsaneler Âdetler. İstanbul, 1941 s. 28]
MİTOLOJİDE NARKİSSOS (NERGİS) EFSANESİ
Narkissos yalnız kendi güzelliğine aşık olur. Kadınları küçümseyip hiçbiri ile görüşmez. Onu gizlice seven nymphe(orman perisi) Ekho bu duruma çok üzülür ve tek başına bir mağaraya çekilip orada kendiliğinden erir, bütün vücudu yok olup, kanı buhar olur. Latin Şairi Ovidius der ki" Onun sesinden ve kemiklerinden başka bir şey kalmadı; sesi ses olarak saklandı, kemikleri bir kaya biçimini aldı. O günden beri dağ başlarında görülmez; fakat acı ile kıvrandığı derin ormanların içinde, kendisini çağıranlara ses verir.
Aphrodite, hor görülen bu zavallı nymphe'nin öcünü alır, Bir gün Narkissos, bir pınarın duru suları üzerine eğilince suda kendi aksini görür ve ona yani kendisine delice aşık olur. Durup ona uzun uzun bakar; bundan hem zevk hem de acı duyar. Aşk içini yakmıştır bir kere o da kendi aşkından erir, biter. Onun yerine, adını taşıyan ve güzel delikanlının hayatını hatırlatan sarı çiçek biter.
Buda başka bir anlatış.
Mordoğan Narcissus efsanesinin doğuş yeridir. Narcissus Mimas Dağı önünde İonya Kentinin denize bakan böğürtlen ormanlarının bulunduğu platoda bulunan küçük gölcükte sürekli olarak suya akseden kendi görüntüsünü seyredermiş. Narsizm yani kendini sevme bu efsaneden adını almıştır. Narcissus göl kenarında kendini hayran hayran seyrederken ölmüş ve bir yıl sonra öldüğü yerde mis gibi kokan çiçekler çıkmış, Tanrıların Tanrısı Zeus'un kızı Echo (Eşo) açan çiçeği çok beğendiği ama asla yüz bulamadığı Narcissus'un göbeğine benzettiği için, bu mis gibi kokan çiçeğe narcissus adını vermiş dilimize nergiz olarak gelmiştir. Nergiz birçok yörede yetişmekle birlikte Karaburun Yarımadasındaki kokusunu başka yörede asla salmamaktadır.
Siz fabrikadan yeni çıkmış hiç halis sızma zeytinyağı yedinizmi
Yaz Aşklarının en şahanesi, Güneşin Mor ışığın tonlarıyla doğuşuyla birlikte, Ayıbalığı'nda yaşanır
Bir Çingene Efsanesi
Antik çağlarda Ege kıyılarında , birçok Yunan uygarlığı vardı.
Bunlardan biri de İzmir yakınlarında idi.
Adına Yaban Gülü Uygarlığı denirdi.
Bu uygarlık adını bir Ege efsanesinden almıştı.
.
Rivayete göre Ege kıyılarında dünya çingenelerinin başı olan,bir büyük çeri yaşardı.
Bu çerinin aşiretinde adı dillere destan olan bir kız vardı.
Bütün çingene kızları gibi sıradan bir güzelliği olmasına rağmen,
çok güzel sesiyle öyle danslar ederdi ki, ünü bütün dünyaya yayılmıştı.
Yaşlı çeribaşı bu kızın cilve, işve ve danslarına kapıldığından her akşam Ege sahillerinde yaz eğlenceleri düzenlerdi.
Bu eğlencelerde tahta fıçılarla, at arabaları dolusu şaraplar gelir,dünya çerileri arasından seçilmiş,en iyi kemancılar, zurnacılar ve darbukacılar sahilde toplanırdı.
ÇOk geniş dev halkalar oluşturulur,
ortada çam odunlarından bir büyük ateş yakılırdı.kuzular çevrilir, toprak testilerle şaraplar fıçılardan alınır,herkese dağıtılırdı.
Herkes bir büyük merak içinde çingene kızının çıkmasını,Ünlü büyülü danslarını yapmasını beklerdi.
Sonunda güzel çingene kızı, saçlarına taktığı yaban gülü,parmaklarında zilleri, uzun eteği ve, şuh edasıyla ortaya çıkardı.
Bir anda bütün sesler kesilir, saz ekipleri en oynak parçaları çalmaya başlar,
çingene kızı da kıvrak bedeniyle dans ederdi.
Hızla döndükçe etekleri bir gül gibi açılır,
güzel bacakları ay ışığında, Venüs heykelleri gibi parlardı..
İri kahve gözleri, can yakan endamı,şen şakrak neşeli sesi, zillerinin şıngırtısı bütün sahilde yankılanırken,toprak şarap testileri dolar, dolar boşalırdı.
Çingene kızının nereden geldiğini, kim olduğunu, hatta adını bile bilen yoktu.
Ancak, ipek saçlarına taktığı yaban gülü her zaman yerinde dururdu.
Onu ne yatarken, ne dansederken, ne de bir başka zamanda Gülsüz gören olmamıştı.
Bu nedenle çingene kızına herkes Yaban Gülüm dediğinden adı Yaban Gülüm olmuştu.
Bu da yetmemiş, çerinin adı da Yaban Gülüm Çerisi olarak ünlenmişti,.
Anadolunun içlerinde, Ege'nin karşı sahillerinde, hatta arap kıyılarında
Yaban Gülüm'ün methini duymayan kalmamıştı.
Uzak iklimlerden onu izlemeye gelenler çoğunluktaydı.
Yaşlı çeribaşı sonunda sevdalandığı bu kıvrak çingene kızıyla hiçbir şeye aldırmadan kırk gün, kırk gece sürecek bir düğünle evlenmeye karar verdi.
Düğünün her gecesi Ege sahillerinde şölen düzenlendi.
Düğünün son gecesiydi.
Eğlencede su gibi şarap aktı.
Aşirette Yaban Gülüm'e aşık olanlar, çeribaşını kıskanmaktaydılar.
Herkesin sarhoş olduğu bir anda, kir, pasak ve yama içindeki bir çingene genci,
çeribaşına saldırarak, onu bıçakladı ve öldürdü.
Akan kanlara dayanamayan Çingene kızı denize doğru yürümeye başladı,
herkesin gözü önünde...
Hayret!!!!
Çingene kızı suya batmıyor, su yüzeyinde yürüyüp gidiyordu.
Yürüdü, yürüdü, uzaklaştı, bir nokta gibi kaldı mavilerde
ve kaybolup gitti.
Efsaneye göre çingene kızı kendisini çok seven çeribaşının üzüntüsünden çirkinleşti o gece...
Sadece her dolunayda
eski güzelliği, eski endamı, eski yakıcılığıyla Ege sahillerine çıkar,
görünmez sazların eşliğinde çingene danslarını yapar,
sonra da geldiği denize yürür,
suların üzerinde, mavilerde kaybolur, gider.
Bu yüzdendir ki,
Ege sahillerinde yaban gülleri her dolunayda açar,
ormanlardan çigan müziği sesleri gelir.
Egenin sularında her günbatımındaysa,
bir çirkin çingene kızının hayali belirir,
ve bu hayal bulutlara vururdu...
Sen bu çingenenin kim olduğunu biliyor musun?
Tamam, sus...
Ben de biliyorum.
Sen sus, lütfen sus....
Sen söyleme...
EGE BÖLGESİ EFSANELERİ
5/A Cansu YÜCEL
5/A Fulya AKŞİT
5/A Elif Su IŞIK
5/A Gözde TELEK
5/A İzel DURMAZ
5/A Zeynep Simge ÖZGÜLEÇ
DANIŞMAN ÖĞRETMEN : Gül CAN
İZMİR /
İÇİNDEKİLER
Efsaneler 1
Mitoloji 2
Ege Bölgesi Efsaneleri 3
İzmir’ in Kuruluş Efsanesi 3
Faustina 3
Agememnon Kaplıcaları 4
Arakhne 4
Philemon ile Baukis 5
Keçi Kalesi 6
Yankı ile Nergis 7
Yunus Balığı Sırtındaki Çocuk 8
Daphne Adındaki Güzel Kızın Defne Ağacı Oluşu 8
İda Dağı 9
Sarıkız 9
Hasan Boğuldu 10
Kral Midas’ ın Kulaklarının Uzaması 11
Hyakintos Adlı Gencin Sümbül Oluşu 11
Kral Tantalos’ un Efsanesi 12
Güzellik Ilıcası 12
Niobe’nin Dinmeyen Gözyaşları 13
Dünyanın İlk Güzellik Yarışması 14
İnsanlığa Aydınlığı Getiren Prometheus 15
Sonuç 16
Resim 17
Kaynakça 20
GİRİŞ
Anadolu bir medeniyetler beşiğidir. Anadolu , masallar ve efsaneler ülkesidir. Nereye gidersek
gidelim oralarla ilgili efsaneler anlatılır.Yurdumuzda her kentin, köyün, dağın taşın, akarsuyun ve
heryerin bir efsanesi vardır. Sevdalar ve olaylar karşısında duyulan korku, sevinç, acılar anlatılır
efsanelerde. Ders almamız istenir, düşünmemiz istenir belli etmeden.
Efsaneler olağanüstü yönleri olan bir anlatıdır. Efsaneler bir tür masaldır. Tarih değildir ama tarihe
dayanır. Anlatırken ve dinlerken bizleri hayal ülkesine götürür. Bazılarımız bu masaldır der geçer.
Bazılarımız ise efsanelerin gerçek olduğuna inanır.
Bu yıl gittiğimiz Ankara gezisi süresince rehberimizden, birçok efsaneler dinledik. Zamanın nasıl
geçtiğini bilemedik. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ ni gezerken, yurdumuzun efsane ve medeniyet
yönünden ne kadar zengin olduğunu anladık. Bizler de bölgemizdeki efsaneleri araştırma, inceleme
arzusu duyduk, öğrenmek istedik. Öğrendiklerimizi başkalarıyla paylaşmak istedik.
Efsanelere ilgi duyarak araştırıp bize ulaştıranların, anlatanların ve dinleyenlerin azalmaması
dileklerimizle...
EFSANE (SÖYLENCE)
Efsane, eski çağlardan beri söylenegelen, çoğunlukla olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen bir
anlatı türüdür.
Efsane sözcüğü Farsça isim olup; Latince ‘’legandus’’ sözcüğünden gelmektedir.İngilizce karşıliği
‘’legend’’, Almanca ‘’legande’’, İtalyanca’ ‘’legganda’’ Yunanca karşılığı ise ‘’mitos’’ veya ‘’mit’’tir.
Arapça karşılığı’’üstûre’’ dir. Türkçe’ efsane karşılığı olarak ‘’söylence’’ sözcüğü önerilmiş ise de bu
sözcük yaygın olarak kullanılmamaktadır.
İlk çağlarda insanlar doğa olaylarının oluşumunu, nedenlerini bilmiyorlardı. Gök gürlemesi,
yağmurun yağması; insanların, bitki ve hayvanların oluşumları, gelişmeleri, ölüm gibi bilemedikleri
olaylar insanları bu konular üzerinde hayaller kurmaya yöneltmiştir. Doğadaki olaylara kişilik
verilerek anlatılması sonucu efsaneler doğmuştur.
Bütün bu özellikleriyle efsane, bir inanışa dayandırılır. Anlatılanların doğru ve gerçek olduğu
düşünülür. Efsanelerin masallardan ayrıldığı yön de burasıdır. Masallar ve efsanelerin her ikisinde
de olağanüstü olaylar anlatılmasına rağmen, masallarda anlatılanlara inandırılması amacı yoktur.
Oysa efsaneler olayların geçtiği yer, kişiler ve zaman kullanılarak olayların gerçek olduğuna
inandırma özelliği taşır. Ayrıca, genellikle masalların sonu mutlu bittiği halde efsanelerin sonu
genelde acı biter. Destanlar ise, kendi yapılarını kaybedip sadece olağanüstü yönleriyle bir kişi
veya olayı anlattıkları zaman efsane özelliği gösterirler.
Bir kişi, yer yada tarih olayının gerçekte olduğu şekilde değil de farklı bir şekilde anlatıldığı
olağanüstü nitellik taşımayan efsaneler de vardır.
Efsaneler, inanışa dayandığı için halkın umutlarını, özlemlerini, dünyaya bakış açılarını kesin bir
şekilde belirtir. Efsanelerin bu özellikleri resim, şiir, tiyatro, roman gibi çeşitli çağdaş sanatlara
kaynaklık etmesini sağlamıştır.
Efsanelerin en önemli özelliği de insanları daima doğruluktan ayrılmamaya davet etmeleridir.
Efsanelerde doğruluktan ayrılanlar, ya uygun bir şekilde uyarılırlar veya cezalandırılırlar. Böylece
efsaneler insanları güzel bir dünyada yaşamaya davet eder.
Efsaneleri dört ana başlık halinde inceleyebiliriz.
1- Yaradılış efsaneleri
2- Doğaya ve doğa olaylarına ilişkin efsaneler,
3- Yerler ve yerleşim birimleriyle ilgili efsaneler
4- Kişilere bağlı efsaneler
Yaradılış efsaneleri, dünyanın oluşumu ve dünyanın sonu geldiğinde nasıl yok olacağını anlatan
efsanelerdir. Doğaya ve doğa olaylarına ilişkin efsaneler, bir bitki, hayvan veya cansız bir öğenin
bugünkü haline nasıl dönüştüğünü anlatan efsane bu tür efsanelerdendir. Bazıları doğa olaylarının
nasıl oluştuğunu anlatır.’’Mart Dokuzu Soğuğu’’ bu tür efsanelerdendir.
Yerler ve yerleşim birimleriyle ilgili efsanelerde dağ, göl, ırmak gibi coğrafî oluşumlar veya yerleşim
birimlerinin oluşumları anlatılır. Anadolu’ da dağların konumları ile ilgili olarak onlara duyulan sevgi
ve aynı zamanda korkuyu anlatan birçok dağ efsanesi söylenmektedir. Irmaklar, onların kaynakları,
sıcak su kaynakları ile ilgili de birçok efsaneler bu türdendirler. Şekilleriyle insanı andıran kayaların
oluşum nedenlerini anlatanlar ile gelin kayaları efsaneleri de bu grupta yer alır.
Kişilere bağlı efsaneler ise yiğitlik, ölmezlik gibi olayların anlatısıdır. Sevda olaylarının, yavrusunu
yitiren annenin acılarının dile getirildiği efsaneler kişilere bağlı efsanelerdir.
Belirli bir ulusa ait bütün efsane ve inanışları ele alarak inceleyen ve sonuca ulaşmak isteyen bilim
dalına mitoloji denir.
Mitoloji
”Mitoloji” kelimesi, Yunanca, bir nevi masal, hikâye demek olan (Mythos) ile söz anlamına gelen
Lagos kelimelerinden yapılmıştır.
Mitoloji sözcüğü, Yunanca olup belirli bir uygarlığa ait inançları, kurumları, doğa olaylarını
açıklamak amacıyla anlatılmış; çoğunlukla kökeni bilinmeyen geleneksel söylencelerin toplamıdır.
Mitler bilimi ile uğraşanlara “Mitolog” ya da “Mitolojist” denir.
Her milletin kendine özgü bir mitolojisi vardır. Türk, Mısır, Kalde, Yunan, Çin, Hint, İran Mitolojileri
olduğu gibi, bizim millet olarak saymadığımız geri kalmış kavimlerin bile inandıkları bir mitoloji
vardır. Başlıca Türk efsaneleri Oğuz Kaan Destanı ve bunun devamı olan Ergenekon Destanı’dır.
Bu ulusların mitolojileri içinde en çok incelenmiş, bilginlerin üzerinde en çok fikir yordukları,
inceledikleri mitolojiler Yunun Mitoloji’si ve Hint Mitoloji’ sidir.Tanzimat’ tan sonra yüzümüzü
çevirdiğimiz Avrupa sanat ve edebiyatını, en çok Yunun Mitolojisi etkilemiştir.
Romalıların, Latinlerin mitolojisi ile Yunun Mitolojisi hemen hemen aynıdır.Yani Latinler eski Yunan
Mitlerini tamamen kabul etmişlerdir. Yalnız bazı tanrıların ve tanrıçaların adlarını değiştirmişlerdir.
Bütün dünya uluslarının mitolojilerinin en güzeli Yunan Mitleridir. Yunan Mitleri; medeniyetin beşiği
olan Akdeniz kıyılarında ve Ege Bölgesi’ nde yaşayan insan topluluklarının sanatı, ahlağı, dini, aile
teşkilatı ve siyasi hayatı üzerinde derin etkiler yapmıştır.
Yeryüzünün ilk masallarını eski Egelilerin anlattıkları bilinmektedir. Bu masallarında insan ve doğa
sevgisiyle tanrılardan, tanrıçalardan ve onların birbirleriyle, insanlarla olan ilişkilerinden söz
etmişlerdir. Bu nedenle Ege Bölgesi efsane yönünden çok zengin bir bölgedir.
EGE EFSANELERİ
İZMİR’ İN KURULUŞ EFSANESİ
İzmir’in kurulması ve adını alması ile ilgili birçok efsane vardır. Bunlardan bir tanesi Amazonlar
tarafından kurulmuş olması ve kent adını da İzmir’i kuran Amazon’dan almasıdır.
Amazonlar rahat silah taşımak ve kullanmak amacıyla sağ göğüsleri kesilmiş savaşçı kadınlardır.
Bunlar İzmir’e akın yaparak yerli halkı kendilerini kabule zorlayıp kente de kraliçelerinin adını (
Smyrna ) vermişlerdir.
Yine İzmir ile ilgili diğer bir söylenceye göre bugünkü İzmir yöresinde Elektid adlı bir kavmin
yaşadığı; bu kavmin Amazonlarla savaşarak onları yendiğidir. Daha sonra Elektid kralı These,
Amazonların lideri olan Smyrna ile evlenmiş ve kente de karısının adını vermiştir.
Aphrodite’sinin papazı, Kinyras’ın genç ve güzel kızı Smyrna (ya da diğer adı Myrrha) aşık olur.
Aphrodit, bu aşkı kendisine ceza olsun diye vermiştir; çünkü kız Aphrodite’yi lâyıkıyla
büyüklememek suçunu işlemiştir. Kinyras kızının işlediği günahı haber alınca onu öldürmeye
kalkışmış. Tanrılar, kıza acımış ve onu bir mersin ağacı yapmışlar. O mersin ağacından pek parlak
bir delikanlı, yani Adonis doğmuş.
Mirin adlı bir Amazon kraliçesi Ege kıyılarında Serne adlı bir kenti zaptederek ona Mirina adını
vermiş. Kraliçe, Kral Siplos tarafından öldürülmüş. Kraliçenin adının Yamanlar ve Manisa Dağı’na
mal edildiği söylenir. Mirina zamanla muhtemelen “ Zmirina” ya da “ Smirina” olmuştur. Bu sözcük
zamanla değişerek İzmir şekline dönüşmüştür.
Tarihte bilinen ise İzmir’e sahip çıkan birçok uygarlığın paraları üzerinde Amazon resminin
olmasıdır. Bu da Amazonlarla ilgili efsaneleri doğrular niteliktedir.
FAUSTİNA
Faustina kıvırcık saçlı, zümrüt yeşili gözlü, şeker gibi tatlı ve kumru gibi masum bir kızmış. Faustina,
İspanya kökenli sanatçı bir aileden yakışıklı Marcus Aurelius ‘a aşık olmuş. İki genç romantik bir
aşk yaşayarak evlenmişler. Prenses Faustina ile mutlu bir evlilik geçiren Marcus kayınpederinin
ölümü üzerine politik bir geçmişi olduğu için imparator ilan edilmiş.
İmparator Marcus, kendisine isyan eden Romalı General Cassus’a karşı sefer başlatmış. İmparator
sefere çıkarken yanına Faustina ve sevimli oğlunu da amış. İzmir’e geldikleri zaman Faustina bu
güzel şehre hayran olmuş. Hergün, bugünkü Kadifekale’ ye çıkarak denizden gelen rüzgarı içine
çeker ve güvercinlerini azat edermiş.
Roma ordusu yoluna devam edip Toros dağlarını aştığı sıra Faustina hastalanmış ve kocasının
kollarında ölmüş.
İmparator Marcus, Suriye ve Mısır’a gittikten sonra tekrar İzmir’e dönmüş. Karısının çok sevmiş
olduğu bu şehirden ayrılmak istemeyen İmparator, İzmir’e yerleşmiş.
İzmir, daha sonra korkunç bir depremle yıkılınca, İmparator’un büyük ilgisiyle yeniden inşa edilmiş.
İzmirliler, sevgili kentlerini kurarken Agora’ nın batı yapısı girişindeki kemerli kapıya Faustina’ nın
sevimli bir kabartmasını yerleştirmişler.
Burun, dudak ve çenesinin hafif zedelenmesine rağmen kabartması hâlâ yaşamaktadır. Eğer
yolunuz birgün Agaro’ya düşerse bu güzel kabartmayı görebilirsiniz.
AGEMEMNON ILICALARI
Argos Kralı Agememnon’un güzelliği her yere yayılmış bir kızı varmış. Günlerden bir gün bu güzel
kızın ayaklarında yaralar çıkmış. Bu yaralar ilerleyerek tüm vücudunu, gözlerini kaplamış. Kimse
kızın yüzüne bakamıyormuş.
Agememnon, kızının bu halinden utanıp onu ormana bırakmaları istemiş. Zavallı kız ormanda tek
başına yaşamak için mücadele etmiş. Ormanda ne bulduysa onu yemiş, orman içinde oradan oraya
dolaşmış.
Birgün yine böyle gezerken bir gölcüğün kıyısına gelmiş.Topladığı meyveleri yerken ayağını suyun
içine sokmuş. Daha sonra hergün bu gölcüğe gelmeye başlamış. Her gün ayaklarını suya sokmuş.
Bir gün ayaklarındaki yaralarının iyileştiğini görünce, tüm vücudunu suya sokmaya başlamış ve
zamanla tüm yaralarından kurtulmuş.
Agememnon, kızını ormana bıraktığına çok pişman olmuş. Askerlerine kızını bulmaları için emir
vermiş. Askerler kızını bulup getirince kral çok şaşırmış, ne olduğunu sormuş. Kızının anlattıklarını
dinledikten sonra, bu şifalı sudan herkesin yararlanabilmesi için insanların kalıp suya girebilecekleri
yerler yaptırmış.
Bugün İzmir’de yer alan Balçova’ daki kaplıcalar böylece bulunmuş .
Balçova Kaplıcaları’ nın oluşumu ile ilgili değişik efsaneler de vardır. Efsane ne olursa olsun bugün
de bu kaplıcalar çeşitli hastalıklara deva olmaktadır. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen insanlar bu
kaplıcada tedavi olmaktadır.
ARAKHNE
İzmir’in güneyinde Kolphon diye bir kent varmış. Bu kentte Lydialı bir kız oturuyormuş. O kız,
dokuma ve örmede pek ustaymış. Kızın elişlerini görmek için her yerden, orman ve dağ
perileri gelirmiş. Kıza herkes hayran olurmuş.
Kız işlenmemiş yünü eline alınca, güzel parmaklarıyla evirip çeviriyor ve yumuşacık, hafif bir
yumak yapıyormuş. Herkes ona “Örmeyi Tanrıça Athena’dan mı öğrendin?”diye soruyormuş.
Athena örücülüğü ile ünlüymüş. Kız bir gün kızarak “Ne Athena’sı? Ben kendim öğrendim.”
demiş. Athena bunu duyunca çok kızmış. Kolphon’a gelerek kızla dokuma yarışmasına girmiş.
İkisi de tezgahların başına geçmişler. Yanlarında renkli tireler, aralarında da gümüş ve altın
teller varmış. Athena bir zeytin ağacı dokuyormuş. Kız ise tanrıların zamparalıklarının resimlerini
dokuyormuş. Örneğin, Zeus’un kuğu kuşu kılığına girerek, sarışın Europa ile aşklarını dokumuş.
Athena kızın yaptıklarını görünce çok kızmış. Eline aldığı sopa ile kızı fena halde dövmüş. Kızın
her yeri yara bere içinde kalmış. Onun bu halini görünce Athena kıza acıyarak dövmeyi bırakıp
onu örümceğe (Arakhne) çevirmiş.
O günden bu güne zavallı örümcek ipek ağlarını örer dururmuş.
Arakhne’nin yaşadığı Kolophon ve Miletos kentleri, dokuma kumaşları ve renkli yünleriyle
ünlüymüş.Tarihten önceki çağlarda dünyanın kadın giyimi modasını, farbelalı eteklerini ve
benzerlerini bu kentler satıyormuş. Bu kentlerin endüstrisini zamanın en önemli kenti olan Atina çok
kıskanıyormuş.
Zamanımızda yapılan kazılarda, Miletos’ ta üzerinde örümcek kabartması taşıyan mühürler ve
sikkeler bulunmuştur. Bu sikkelerin bulunuşu da bu efsaneyi anlatır.
PHİLEMON İLE BAUKİS
(Ihlamur ile Çınar Ağacı)
Anadolu efsaneleri duygu ve insancılık açısından ayrı bir özellik gösterir. Bunlardan birisi de
Philemon ile Baukis yani ıhlamur ile çınar ağacıdır.
Bir zamanlar Bergama taraflarında dağların birinde ulu bir ağaç varmış. Bu ağacın bir
gövdesi çınar, diğer gövdesi ıhlamurmuş. O yöre halkı ağacı birbirlerine anlatır, hikayeler
kurarlarmış. Bu hikayelerden birisi de şudur:
Tanrı Zeus, Olympos Dağı’nda sıkıldığı günlerde Hermes’le birlikte insanların görünümüne
girip, köyleri, kentleri dolaşmışlar. Bir gün Frigya dolaylarında bir kente girmişler. Hangi evin
kapısını çalsalar açılmamış.Tanrı Zeus, konuğu olarak birilerinin kendilerini evlerine kabul
edeceğinden emin olduğundan, bütün evleri dolaşmaya karar vermiş.Yine hiçbir kapı açılmamış.
En sonunda yıkık, dökük, yoksul bir kulübede oturanlar Zeus’la Hermes’e kapılarını açmış.
Bu evde Baukis ve Philemon adlarında yaşlı karı koca yaşıyormuş. Hemen Zeus’la, Hermes’e
yemek yapmışlar. Ellerini yüzlerini yıkamaları için havlu vermişler. Daha sonra Philemon
sofraya şarap getirmiş. Kupalar durmadan boşalıyormuş fakat şarabın bitmesi gerekirken
bitmiyormuş. Philemon’la karısı bu iki konuğun tanrı olduğunu anlamışlar, onlara bir kusur
yaptılarsa kendilerini bağışlamalarını istemişler.Tanrı Zeus “Hadi beni takip edin.” demiş.
Philemon ile Baukis onları takip etmişler.Tepeye çıkınca Zeus onlara köye bakmalarını söylemiş.
Yaşlı karı koca köyün sular içinde kaldığını görmüşler ve çok şaşırmışlar. Zeus “ Bana gösterdiğiniz
konukseverliği size ödeyeceğim. Ne dileğiniz varsa dileyin benden. ” demiş. Yaşlı karı koca “
Birbirimizden hiç ayrılmamak ve aynı günde ölmek istiyoruz.” demişler. Zeus’ta onların dileğini
yerine getirmiş, karı koca aynı günde ölmüşler.
Öldükten sonra gömüldükleri yerde ıhlamur ve çınar ağacı çıkmış. Bu iki ağaç birbirleriyle
birleşip tek ağaç olmuş. Rivayete göre Bergama’daki bir yanı ıhlamur, bir yanı da çınar ağacı
olan bu ağaç, dünyada bu özellikteki tek ağaçmış.
KEÇİ KALESİ
Çok eski zamanlarda Selçuk - Belevi yöresinde bir kral yaşarmış. Kral karısı ve kızı ile çok mutlu bir
hayat sürerken bir gün karısı ölmüş. Karısı ölünce tüm sevgisini kızına vermiş.Onu herkesten
korumak için o yörenin en yüksek yerine bir kale yaptırmış. Korumaları için birçok askerle birlikte,
kızını o kaleye yerleştirmiş.
Kızın güzelliği dillere destanmış. O yörede yaşayan bir çoban, kızı görmediği halde kıza aşık olmuş.
Ama kıza ulaşmak imkansızmış. Çoban, tüm sevgisini kavalı ile dile getirmeye başlamış. Her gün
saatlerce prensesi düşünerek kaval çalar ve ona ulaşamadığı için üzülürmüş. Bir gün yine kaval
çalarken ağacın dalına bir güvercin konmuş. Çoban güvercinle dost olmuş, tüm dertlerini anlatmış.
Prenses için yazdığı mektubu prensese ulaştırmasını istemiş. Güvercin mektubu alıp uçmuş,
prensesin penceresine konmuş.
Pencerede kuşu gören prenses çok sevinmiş. Güvercini eline alınca ayağındaki mektubu görüp
okumuş. Prenses de görmediği, hiç tanımadığı halde mektubu gönderen çobanı sevmiş. Hemen
cevap yazıp güvercinle göndermiş. Bu böyle sürüp gitmiş.
Çoban prensesi görmeyi çok istiyormuş, ama ne mümkün! Bir gün karşısına bir dede çıkmış.
Çobana derdini sormuş, çoban da derdini anlatmış. Dede çobana prensesi görmesi için neler
yapması gerektiğini söylemiş. Çoban dedenin dediklerini yapmış.
Akşam olunca keçilerinin her iki boynuzuna da fener bağlamış, kaleye doğru keçileri sürmüş.
Kaledeki askerler, boynuzlarında fenerlerle kaleye doğru gelen keçileri görünce düşman askeri
sanıp, kalabalıklığından korkup kaçmışlar. Çoban da prensesine kavuşmuş.
Durumu öğrenen kral, önce çok kızmış ama sonra onların birbirlerine karşı olan sevgilerini görünce
çoban ile prensesi evlendirmeye karar vermiş. Onlara güzel bir düğün yapmış. Selçuk yakınlarındaki
kalenin adı da “Keçi Kalesi” olmuş.
İzmir’den Selçuk’a gidecek olursanız, Selçuk’a gelmeden yolun sağ tarafında yüksekteki bu kaleyi
rahatlıkla görebilirsiniz.
YANKI İLE NERGİS
Peri kızlarının arasında sesi çok güzel bir peri kızı varmış. Adı Yankı’ ymış. Dinleyen herkes Yankı’
nın şarkılarını çok severmiş. Kendi sesini en çok seven de kendisiymiş. Yankı’nın çok hoşuna
gidermiş kendi sesi .
Birgün çiçeklerle dolu, yemyeşil kırlarda şarkı söylerken Tanrıça Hera’yla karşılaşmış. Baş tanrı
Zeus’un karısı Hera, çok huysuz ve kıskanç bir tanrıçaymış.Yankı’dan hoşlanmamış. “Günaydın ”
demiş Yankı “ Ne güzel bir gün değil mi? İçimden şarkı söylemek geliyor.” Yankı’nın sesi daha da
güzelleşmiş. Hera’ ya “Sesim bugün çok güzel. Sizin için de söyleyeyim mi şarkımı? ” diye sormuş
Yankı. Hera kıskançlıktan çatlayacakmış. Yankı’ya ceza vermek istemiş Hera. Yankı’ya bağırmaya
başlamış. “Sana öyle bir ceza vereyim ki aklın başına gelsin. Bundan sonra yalnızca sana birisi bir
şey söylediği zaman, onun son sözünü tekrarla.” demiş. Yankı bunu hakedecek hiçbirşey yapmamış
ama itiraz etmek için ağzını açtığında ‘’ Tekrarla " diyebilmiş sadece. “Bu senin gibilere ders olsun ”
demiş Hera . “Olsun” diye yanıtlamış Yankı. Çok utanmış. O günden sonra Yankı’yı gören olmamış.
Yalnız başına, acı içinde ormanda dolaşırken bir genç adam görmüş Yankı. Çok beğenmiş genç
adamı. Daha yakından tanımak için ona yaklaşmış. Tam bu sırada yanlışlıkla kuru bir dala basmış,
dal çatırdamış. ’’ Kim o? ’’ diye sormuş genç adam. Yankı sadece ‘’O’’ diyebilmiş. Yankının dediğini
duymuş delikanlı ve yine seslenmiş.’’ Kim var orada?’’ Sadece“ Orada ” diye tekrar edebilen başka
bir şey söyleyemeyen Yankı, ağlamaya başlamış. Delikanlı yanına yaklaşıp, kendini tanıtmış.
“Benim adım Narkissos , ya sen kimsin?”deyince “Kimsin” demiş Yankı. Konuşmaları böyle devam
etmiş. Yankı Narkisos’un son sözünü söyliyebiliyor, çok istediği halde başka bir şey
söyleyemiyormuş. Narkissos, kendisi ile alay edildiğini sanarak Yankı’ya çok kızmış ve peri kızını
bırakıp gitmiş. Yankı pek üzgünmüş. Narkisos için “Sen de benim gibi sev ama karşılık görme,
kavuşama, acı çek ” diye geçirmiş içinden. Tanrılar Yankı’nın bu dileğini duymuş. Bu dileğin
gerçekleşmesine karar vermişler. Ceza olarak Narkissos kendi yansımasına aşık olacakmış.
Bir gün, ormanda dolaşan Narkisos susamış. Su içmek için suya eğilmiş ve birden suda kendi
yansımasını görmüş. Sudaki bu yüze aşık oluvermiş. Gördüğü yüze elini uzatmış. Eli suya değer
değmez su bulanmış ve görüntü kaybolmuş. Hemen elini çekmiş ve sevgilisi geri gelmiş. Bir daha,
bir daha denemiş. Hep aynı şey oluyor, sevgilisine dokunmayıp onu ancak seyredebiliyormuş.
Üstelik güneş batınca onu bırakıp gidiyormuş sevgilisi. Narkissos çok üzgünmüş artık. Yemeden
içmeden kesilmiş.
Narkissos aç ve çaresizmiş ama, Yankı da öyleymiş. Yankı neler olduğunu anlamış. Keşke intikam
değil de, tanrıların kendisine yardımcı olmasını dileseymiş.
Yemekten içmekten kesilen Narkissos, bir gün açlıktan ölmüş. Tanrılar, onun yüzündeki aşk acısını
gördüklerinde yaptıklarına çok pişman olmuşlar. Narkissos’u su kenarında yetişen nazlı, güzel
kokulu, sarılı beyazlı bir çiçeğe dönüştürmüşler. Bildiğimiz nergis çiçeğine…
Yankı Narkisos’un ölümüyle iyice perişan olmuş. Sonunda hiç görünmez olmuş.
Bugün de görünmezdir Yankı; yalnızca o umutsuz tekrarlayan sesi duyulur.
Nergis ise, su kıyılarında kendini seyretmeye devam eder. Bu yüzden günümüzde kendi kendine
hayran olanlara , Narkissos’ tan esinlenerek narsist denilmektedir.
YUNUS BALIĞI SIRTINDAKİ ÇOCUK
Şimdiki gibi, bir zamanlar yine Milas’ın limanıymış Güllük. Yaman balıkçıları o yörede çok ünlüymüş.
Ekmeğini denizden çıkarırlarmış bu deniz insanları. Çok şen, mutlu ve birbirlerine bağlıymışlar.
Güllükte Hermiyas adlı bir çocuk yaşarmış ve Güllük’ün en güzel çocuğuymuş. Bir tek anacığı
varmış. Anacığı onu gözünden sakınır, dizinin dibinden ayırmazmış.
Günlerden bir gün Hermiyas’ın arkadaşları “ Hadi denize, hadi denize! ” demişler. Hermiyas
anasından izin istemiş ama anası “ Olmaz! ” demiş. Hermiyas, annesini ikna edip arkadaşlarıyla
denize gitmiş, fakat geri dönmemiş. Kara haber bir anda yayılmış. Herkes günlerce Hermiyas’ı
aramış ama bulamamış.
Günlerden bir gün bir balıkçı, Hermiyas ’ı bir yunus balığının sırtında gördüğünü söylemiş. Balıkçı
“Koskoca bir yunusbalığının sırtındaydı. Bir eliyle tutunmuştu ona, bir eliyle selam bile verdi bana.
Balık dalıp çıktıkça o da dalıp çıkıyordu.” demiş. Önce inanmamışlar balıkçıya, ama daha sonra her
denize çıkan tüm balıkçılar Ege Denizi ’nde Hermiyas ’ı arar olmuşlar. ‘’ Belki biz buluruz.‘’
demişler ama bulamamışlar.
Aradan günler geçmiş. Bir sabah Güllük’ te Hermiyas ve yunus balığı ölü bulunmuş. Bir yaşlı “İşte
bu dostluktur.” demiş. Herkes yaşlı adama bakınca yaşlı adam “Balık dostu olan Hermiyas’ ı
denizde bırakmamış, alıp getirmiş. Kendisi de dostunun yanından ayrılmamış” diyerek düşüncelerini
açıklamış.
Güllüklüler yunusbalığı ile Hermiyas’ ın yontusunu yaptırıp, jimnasyumun bahçesine “Dostluk
Simgesi” olarak dikmişler.
DAPHNE ADINDAKİ GÜZEL KIZIN DEFNE AĞACI OLUŞU
Bir gün Apollon, Thessalia' da kıyıları ağaçlarla gölgelenen Peneus ırmağı kenarında, güzel genç
bir kız görmüş. Bu güzelin adı Daphne imiş ve Apollon görür görmez ona aşık olmuş. Daphne
ormanların derinliklerinde dolaşmaktan zevk alıyor, ay ışığında yabani hayvanları kovalamaktan,
avlamaktan çok hoşlanıyormuş. Yalnız başına dolaşmayı çok seviyormuş. Dahası Daphne, hayatı
boyunca yalnız yaşamaya yemin etmiş. Erkeklerden nefret ediyor, bu yüzden evlenmeyi kesinlikle
istemiyormuş.
Fakat Apollon ona delicesine tutulmuş, bu nedenle de peşini bırakmıyormuş. Ormanda
karşılaştıklarında Tanrı Apollon, güzeller güzeli bu kızla konuşmak istemiş ancak Daphne ondan
korkarak koşmaya başlamış. Apollon, ne dediyse onu durmaya ikna edememiş, Daphne korkmuş
bir kere. Yorgun düşene kadar koşmuş koşmuş; daha fazla koşacak gücü kalmadığında yere yıkılıp
ve toprak anaya yalvarmaya başlamış.
"Ey toprak ana beni ört, beni sakla, kurtar ‘’ demiş.
Toprak ana, onun yakarışını duymuş. Az sonra Daphne, yorgunluktan ağrıyan bacaklarının
sertleştiğini, odunlaşmaya başladığını hissetmiş. Gri renginde bir kabuk göğsünü kaplamış. Güzel
kokulu saçları yapraklara dönüşmüş ve kolları dallar halinde uzanmış, küçük ayakları ise kök olup
toprağın derinliklerine doğru inmiş. Güzel bir defne ağacı olmuş. Apollon sevdiği kıza sarılmak
isterken, defne ağacına sarılmış.
.Defne ağacı, Apollo’ nun en sevdiği ağaç ve defne yaprakları genç tanrının saçlarının çelengi
olmuş. Kahramanlara ödül olarak defne yapraklarından yapılma taçlar takılmış.
İDA DAĞI ( KAZ DAĞI )
Çok eskiden insanların en korktukları şey açlıkmış. Açlık, kıtlık ve kuraklık nedeniyle olurmuş. Bunu
için yağmuru yağdıran, şimşekleri çaktıran tanrının Zeus olduğuna inanılır ve Zeus en büyük tanrı
olarak kabul edilirmiş.
Efsanelere göre Zeus Girit’teki İda Dağında Kyble tarafından doğurulmuş. Kyble Anadolu’ nun
matriyakal tanrısıymış.
Efsanelerde yer alan diğer İda Dağı, Güney Edremit Kocakatran Dağları denilen bir bir dağ
zincirinin en yüksek yeridir. İda Dağı İtalya’da “Ana İda”, ya da “Çok Pınarlı İda” diye de anılır.
Zeus, Troya Savaşı’nı bu tepeden izlermiş. Küçük Menderes Nehri, Herakles’in çok susayıp, İda
Dağı’nın eteğini kazmasıyla olmuş. O suda, ay ışığında yıkanan kadınların saçları, altın sarısı
olurmuş. Troya bölgesinin bütün kızları, gerdek gecesi arifesinde Küçük Menderes Nehri’ nde
yıkanırlarmış.
SARIKIZ EFSANESİ
Biga Yarımadası’nın Türkleşme sürecinde Türk yaşantısı, inanışları ve gelenekleri bölgeye
hakim olmaya başlar. Yüzlerce yıl süren bu oluşum süreci içinde ortaya çıkan Sarıkız
öyküsü nesilden nesile aktarılarak bugüne gelir.
Efsaneye göre Sarıkız, babası ile birlikte Edremit’in Güre köyünde yaşamıştır. Sarıkız, annesini
küçük yaşta kaybettiğinden babasına çok bağlıymış. Bu nedenle hiç evlenmemiş. Sarıkız,
sarışın, güzel bir kızmış. Babasını yalnız bırakmayan Sarıkız’ı babası, dini görevini yapmak
için yalnız bırakmış ve hacca gitmiş. Döndüğünde ise köy dedikodu ile çalkalanmaktaymış.
Sarıkız ile evlenemeyen delikanlılar ve aileleri Sarıkız hakkında olmadık öyküler uydurup
yaymışlar. Baba bu durum nedeniyle halkın içine çıkamaz olmuş. Babanın köyde yaşayabilmesi için
namusunu temizlemesi gerekmekteymiş. Baba Sarıkızı alarak yaylalara doğru yola çıkmış. Sarıkız
durumu anlamış ama sessiz ve olgun bir şekilde kaderine razı olmuş.
Baba, Sarıkız ve kazları dağın doruklarından birinde mola vermişler. Sabah olduğunda baba,
görevini yerine getirmeden önce namaz kılmak isteyerek kızına su bulmasını söylemiş. Kızının
verdiği suyun tuzlu olduğunu anlayan baba, çok şaşırmış ve kızına abdest alabilmesi için tatlı su
bulması gerektiğini söylemiş. Sarıkız, babasına gözlerini kapatması halinde tatlı su bulabileceğini
söylemiş. Bu durumdan şüphelenen baba gözünü tam kapatmamış ve kızının eğilerek uzak
derelerden tatlı su aldığını görmüş. Sarıkız’ın ermiş olduğunu anlayan babası utancından perişan
olmuş. Günahsız, biricik kızını öldürmek istemiş. Kızından af dilemiş, ancak Sarıkız bu affı geri
çevirmiş. Baba kahrından oracıkta ölünce Sarıkız, babasına yüksek bir tepede mezar yapmış.
Kendisi de bir zamanlar Zeus’un mekanı olan Kartalçimen düzlüğüne yerleşip kazların
uzaklara gitmemesi için eteğine doldurduğu taşları savurarak Kaz Avlusu’ nu oluşturmuş.
Çok geçmeden Sarıkız da ölmüş.
Yöre insanları yüksek bir tepeye anıt mezarını yapmışlar. Sarıkız efsanesi de günümüze,
bizlere kadar ulaşmış.Kaz Dağı’ na gidenler, Kaz Avlusu ve Sarıkız’ın mezarını ziyaret ederek İda
Dağı ve Sarıkız ile ilgili birbirinden ilginç söylenceleri yöre halkından dinlerler.
HASAN İLE EMİNE’NİN ACI ÖYKÜSÜ
Hasan Boğuldu
1800’lü yıllarda Edremit pazarı çarşamba günleri kurulurmuş.Yörenin tüm köylüleri pazara gelir
malını satıp, ihtiyaçlarını pazardan giderirlermiş. Kazdağı’ nın, bin beş yüz metre. yükseklikte
bulunan Sarıkız zirvesinin eteğinde kurulu bir oba varmış. Obanın güzel kızı Emine, her çarşamba
pazara gelir, beş saatlik yoldan getirdiği sütü, peyniri ve balı Hasan’ a verir, Hasan’dan sebze
alırmış. Pazar dönüşü birlikte Zeytinli Köyü’ ne kadar yürürler, Emine daha sonra dört saatlik dağ
yolundan obasına dönermiş.
Emine ile Hasan bir gün evlenmeye karar vermişler. Emine’ nin obasının geleneklerine göre
Hasan’ın, Emine’ nin obasında yaşaması zorunluymuş. Hasan’ ın annesi, yalnız kalacağını bilerek
bu olaya sıcak baksa da Emine’ nin ailesi, Hasan’ın zorlu dağ hayatına uyum sağlayamayacağı
düşüncesindeymişler. Bu yüzden Hasan’ ın zorlu doğa koşularına uyum sağlayıp sağlayamayacağı
konusunda onu sınamaya karar vermişler. Sınavda başarılı olursa Emine ile evlenmesine izin
vereceklermiş.
Hasan, annesi ile vedalaştıktan sonra tuz dolu bir çuvalı, anlaşma gereği Emine’ nin obasına kadar
sırtında taşımak üzere Emine ile birlikte dört saatlik dağ yoluna koyulmuş. Bir saatlik yürüyüş
sonunda Beyoba köyüne varmışlar. Tuz, Hasan’ ın sırtını yakmaya başlasa da iki saatte Sutüven
şelalesine ulaşmışlar. Yol şelalenin oluşturduğu derenin içinde kaybolmuş olduğundan taştan taşa
atlayarak ilerlemek Hasan’ ı çok yormuş. Gökbüvet’ e geldiklerinde Hasan yorgunluktan yere
yığılmış. Emine ne kadar teşvik etse de Hasan düştüğü yerden kalkamamış ve Emine’ ye başka bir
yere kaçmalarını teklif etmiş. Emine çok inatçı ve ailesine bağlı bir kız olduğundan tuz çuvalını da
sırtına alıp, Hasan’ın “Beni burada bırakma, bir yere gidemem, burada ölürüm” haykırışlarına kulak
asmadan yoluna devam etmiş. Obasına vardığında Hasan’ı geride bıraktığı için pişman olmuş;
ancak akşam olduğu için Hasan’a bakmaya da gidememiş.
Sabah olduğunda Emine Gökbüvet ’e gitmiş; Hasan’ı orada bulamamış. Hasan’ın annesinin de her
yerde aramasına rağmen, Hasan hiçbir yerde yokmuş. Günlerce aramışlar ama Hasan ‘ı
bulamamışlar. Emine o günden sonra Hasan’ın onu çağıran sesi kulaklarında çınlayarak Gökbüvet’
te mecnun mecnun dolaşır dururmuş. Günlerden bir gün Hasan’a hediye ettiği çevreyi Gökbüvet’ in
sularında bulmuş ve o çevre ile kendini ulu bir çınar ağacına asmış. O günden sonra Gökbüvet ‘in
adı Hasan Boğuldu, çınarın adı ise Emine Çınarı olmuş.
Bugün Kaz Dağı’nda Gökbüvet’e gidenler bu efsanenin söz ettiği yerleri gezerken Emine’ nin
‘’Hasan, Hasan! ’’ diyen sesini duyar gibi olurlar.
KRAL MİDAS’IN KULAKLARININ UZAMASI
Marsyas bir gün çayırda dolaşıyormuş. Eline Athena’nın yaptığı ama çalarken yüzü çirkinleşiyor
diye attığı flüt geçmiş. Flüt, tanrı yapımı olduğu için çok güzel sesler çıkartıyormuş. Marsyas gün
geçtikçe daha iyi çalmaya başlamış. Öyle ki kendini Apollon ile yarıştırır olmuş. Gitar Tanrısı Apollon
buna çok sinirlenmiş ve Marsyas’ı, kazananın kaybedene istediğini yapması şartıyla bir yarışmaya
davet etmiş. Marsyas yarışma teklifini kabul etmiş.
Yarışmanın hakemleri Musa’lar ve Phrygia kralı Midas olmuş. Hakemler Apollon’un gitarı ve
Marsyas’ın kavalı arasında tereddüt ediyorlarmış. Bunun üzerine Apollon gitarını bırakıp, lirini almış.
Sonunda Marsyas, Apollon’un kendisi kadar güzel çalamayacağını itiraf etmiş.
Bu sözlere çok kızan Apollon, Marsyas’ı ağaca bağlamış ve diri diri derisini yüzmüş. Kır perileri
Marsyas’ın ölümüne o kadar ağlamışlar ki, onların gözyaşlarından Marsyas (Çine) çayı doğmuş.
Kral Midas ise yarışmada Marsyas’ın tarafını tutuyormuş. Bu yüzden kulakları eşek kulağına
çevrilmiş. Midas bunu saklamak için kulaklarını saçlarının arkasını saklamış ve başına büyük bir
kalpak giymiş.
Fakat bir gün Midas’ın berberi onun kulaklarını görmüş. Midas, onu ölümle tehdit ettiği için zavallı
berber hiç kimseye, hiçbir şey söyleyemiyormuş. Adam bu sırrı saklayamaz olmuş. En sonunda
toprağa bir çukur açmış ve eğilerek “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır” demiş. Ama çukurun
hemen yanındaki kamışlar söylenenleri duymuşlar. Her rüzgar estiğinde kamışlar berberin
söylediklerini tekrarlamaya başlamış. Böylelikle herkes Midas’ın kulaklarının eşek kulağı olduğunu
öğrenmiş.
HYAKINTHOS ADLI GENCİN SÜMBÜL OLUŞU
Kral Amyklos'un Hyakinthos adında çok yakışıklı bir oğlu varmış; Apollon da onun bu güzelliğine
hayran olmuş. Kısa sürede genç delikanlı ile Tanrı Apollon çok yakın dost olmuşlar. Boş
zamanlarında Eurotas'ın çiçekli kıyılarında çimenler üzerinde disk atarak birlikte vakit geçirirlermiş.
Bir gün gene her zamanki gibi disk atmaya gitmişler. Hyakinthos'a deli gibi aşık olan kelebek kanatlı
güzel Zephiros (Batı rüzgarı) onların bu kadar yakın olmalarını çekemiyor, adeta kıskançlıktan
kuduruyormuş. Zephiros, gemicilerin en çok sevdiği rüzgar olduğu halde artık görevini yapmıyor,
hatta kıskançlığının neden olduğu öfke ile gemileri kayalara bile çarpıyormuş. Kıskançlıktan ne
yaptığını bilmez bir hale gelmiş. O gün de onlar oynarken, kuvvetli bir esintiyle Apollon’un fırlattığı
diskin yönünü değiştirmiş ve disk hızla genç Hyakinthos'un kafasına çarpmış. Zavallı delikanlı
kafasında kanlar akarak yere yuvarlanmış. Apollon bu felaket karşısında deliye dönmüş. En sevdiği
dostunu çok kötü yaralamış.
Kral, oğlu Hyakinthos'un yaralarına Askleipos'un en tesirli ilaçlarından koydurmuş ama fayda
etmemiş. Zavallı Hyakinthos ölmüş
Apollon, çok sevdiği arkadaşının ölmesine razı olmayıp, onu her bahar mevsimi açan sümbül
çiçeğine dönüştürmüş. Böylece arkadaşının ölümsüz olmasını sağlamış.
KRAL TANTALOS EFSANESİ
Kral Tantalos, Yamanlar Dağı’ nda oturan İzmir Kralı ve Zeus’ un oğluymuş. Kral Tantalos’un bir
oğlu bir de kızı varmış. Oğlunun adı “ Pelops”, kızının adı ise “ Niobe” imiş. Tantalos ölümlü
insanlar arasında tanrılarla beraber yemek yiyebilen tek insanmış.
Kral Tantalos tanrılara büyük bir kin duyarmış. Onları yamyam durumuna düşürmek için oğlunu
bile kurban etmeye razıymış. Tantalos, bir gün tanrıları ziyafete çağırmış. Oğlunun etini kestirerek
pişirtmiş ve ziyafette tanrılara oğlunun etini sunmuş. Tanrılar, önlerine gelen etin ne olduğunu
anlayarak, masadan tiksinerek kalkmışlar. Tanrılar, Tantalos’a öyle bir ceza vermeye karar
vermişler ki, onun nasıl bir ceza alacağını duyacak olan tüm insanlar korkarak artık tanrıları
aşağılamaktan çekineceklermiş.Tanrıları küçük görüp onları sınamaya kalkan Tantalos’a verilen
ceza dünyanın her yerinde ‘’Tantolos İşkencesi’’olarak anılacakmış.
Tantalos, Cehennem’e gönderilmiş. Diz boyu berrak sularda durduğu ve susadığı halde su içmek
için eğilince su toprağın içine çekiliyormuş. Başının üzerine üzümler, armutlar, narlarla yüklü ağaç
dalları uzanıyormuş. Yemişleri koparmak için elini uzattığında rüzgar, dalı yükseklere üflüyormuş.
Tantalos yiyeceklere bir türlü ulaşamıyormuş. Su ve yiyecek bakımından bolluk içinde yaşayan
Tantalos, sonsuza kadar aç ve susuz kalmaya mahkum olmuş.
Bir inanışa göre, Kral Tantalos’ un gönderildiği bu yer daha sonra bir göl haline gelerek Tantalos
Gölü diye anılmış. Söylenceye göre Yamanlar Dağı’ ndaki Karagöl, Tantalos Gölü’ dür. Tantalos’un
mezarı da bugün Bayraklı yamaçlarından birinde bir taş yığıntısı halindedir
Karagöl’ ün oluşumu hakkında değişik efsaneler de vardır.
GÜZELLİK ILICASI
Çok uzun zaman önce Bergama’ da çobanlık yapan çok güzel bir kız yaşarmış. Güzel kız her gün
koyunlarını güdermiş ve sonra sıcak suları olan bir gölcükte yıkanırmış. Bu kız her gün güzelliğine
güzellik katarmış.
Kızın güzelliğini görenler şaşırıyormuş. Artık kızın güzelliğini bilmeyen kalmamış. Bunu Bergama
Kralı’ nın güzel kızı da duymuş. Ama kral kızı, bir çoban kızının kendisinden daha güzel olacağına
inanmamış. Bunu kendi gözleriyle görmek istemiş. Çoban kızını görünce, gördüklerine
duyduklarından daha çok inanmış Çoban kızı olağanüstü bir güzellikteymiş.
Kızın nasıl bu kadar güzel olduğu, kralın kızını merak içinde bırakmış. Bunu anlamak için özel
olarak çoban kızını izlettirmiş. Ama kızın hayatı küçük bir çoban hayatından farksızmış. Sadece
sabah, akşam bir yamacın tepesindeki göle girip yıkanıyormuş.
Kral kızı, çoban kızının bu göl yüzünden güzelleştiğini düşünerek, kendisi de sabah akşam o
sıcacık gölde yıkanmış. Birkaç ay sonra saraya geldiğinde babası kızını tanıyamamış. Hemen gölün
yanına bir ılıca yaptırmış. Çoban ve bütün herkes, o suların şifalı sular olduğunu anlamış.
Güzelliği ile tanınan Mısır kraliçesi Kleopatra ‘nın bile Bergama’ya gelip bu sulara girip yıkandığı
rivayet edilir…
NİOBE’NİN DİNMEYEN GÖZYAŞLARI
Niobe, Yunanistan’ da Thebai Kralı Amphion ile evlenmiş. Kral Amphion büyük bir müzik severmiş.
Amphion’un güçlü kuvvetli ve sporcu bir ağabeyi varmış. Amphion’un ağabeyi, erkekçe sporları
ihmal edip, müzik ile uğraştığı için kardeşiyle alay edermiş. Bir gün Thebai kentinin çevresine
yüksekçe bir duvar yapılması gerekmiş. Amphion’un ağabeyi, taşları çok zor kaldırıyormuş.
Amphion ise lirini çalarak duvarı hemen oluşturmuş.
Niobe ve Amphion Thebai kentinde çok mutlu yaşıyormuşlar. Niobe’nin yedi kızı ve yedi erkek
çocuğu olmuş. Güneşli bir Leto festivalinde Niobe, Tanrıça Leto’nun Apollon ve Artemis olmak
üzere iki çocuk doğurduğunu, kendisinin ise on dört çocuk doğurduğunu söyleyerek övünmüş.
Bunları duyan Leto çok sinirlenmiş. Çocukları Apollon ve Artemis’i Thebai kentinin yüksek
duvarlarından uçurup, Niobe’nin on dört çocuğunu ok atarak öldürmelerini buyurmuş. Apollon ve
Artemis de anneleri Leto’nun dediğini yapmışlar. Amphion bu duruma çok üzülerek canına kıymış.
Niobe ise , bütün ölülerin ortasında tepeden tırnağa taş kesilmiş, korkunç bir kederin simgesi olarak
kalmış. Gözlerinde dolup taşan yaşlar hiç dinmemiş, yaslı yüzünden aşağıya damlamış durmuş.
Rüzgar, Niobe’ ye acımış ve onun gözyaşlarını sileyim derken, gözyaşlarını zavallı kadının
anayurdu olan İzmir’ e uçurmuş. İzmir’ in yanında bulunan Manisa Dağı’ ndaki kayanın üzerine
taşımış. O kayadan hâlâ su sızdığı için oraya Niobe’nin Kayası denmektedir. Bu kayayı görenler
iyice bakılınca kayada bir insan yüzü gördüklerini, kayanın buna benzediğini söylerler.
Dünyanın her yanında, yas simgesi olmak üzere Niobe’ nin heykelleri yapılmış. Bir Anadolulu ozan “
Tanrılar Niobe’ yi taşa döndürdüler, fakat sanatkar insan tanrılara meydan okuyarak, onların taşa
döndürdükleri insanın taştan heykelinde Niobe’ yi yine diriltti.” der.
Yolunuz Manisa’ ya düşerse, aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ gözyaşı dinmeyen Niobe
Kayası’ nı (Ağlayan Kaya) görebilirsiniz.
DÜNYANIN İLK GÜZELLİK YARIŞMASI
Dünyanın ilk güzellik yarışmasının da, Troya savaşının da başlangıcı Thetis ve Peleus’ un
düğününe dayandığı söylenir.
Thetis ve Peleus’ un düğününe bütün tanrılar ve tanrıçalar çağırılmış.Sadece düğünde kargaşa
çıkmaması için Eris davet edilmemiş.
Eris, bu duruma çok sinirlenip, bütün tanrıçalar bir masanın etrafında toplanmışken altın elmayı
masaya atmış. Elmanın üstünde “En güzele” yazısını gören tanrıçalar, elmayı kendilerinin hak
ettiğini öne sürmüşler. Elemeler sonunda ilk üçe Athena, Hera ve Aphrodite kalmış. Üç tanrıça,
Tanrı Zeus’a giderek aralarından en güzeli seçmesini söylemişler. Zeus, seçilmeyen diğer iki
tanrıçanın gazabından korktuğu için, bu işi İda (Kaz) Dağı’ nda yaşayan çoban Paris’ in yapacağını
söylemiş.
Üç tanrıça, birden Paris’in önünde belirince, Paris neye uğradığını şaşırmış.Tanrıçalar, ona
aralarından en güzeli seçmesini söylemişler ve altın elma karşılığında Paris’e bir şeyler vaat
etmişler. Athena, Troya’nın Akha’lar üzerinde zaferini; Hera, Asya ve Avrupa’ nın hükümdarlığını;
Aphrodite ise dünyanın en güzel kadını Helene ’nin aşkını vaat etmiş Paris’e. Bunun üzerine Paris,
elmayı hiç düşünmeden Aphrodite’ e vermiş.
Paris, Troya prensi olduktan sonra ilk iş olarak Helene’ yi kaçırıp ülkesine getirmiş. Akha’lar bu
duruma çok sinirlenmiş ve Troya’ ya savaş açmışlar. Savaşta Aphrodite, Ares ve Apollon Troya ’ya,
Hera ile Athena ise Akha’ lara yardım etmişler.
Dünyanın ilk güzellik yarışması da savaş nedeni olarak söylencelere geçmiş.
,
İNSANLIĞA AYDINLIĞI GETİREN PROMETHEUS
İda dağında oturan eski tanrılardan önce başka tanrılar egemenmiş dünyamıza. Bunlardan bazıları
devler (Titan) bazıları ise Okyanus (Okeanus), gökyüzü (Uranus) ve toprak (Gaia) gibi çok güçlü
tanrılarmış.
Daha sonraları Zeus ve arkadaşları titanlarla savaşıp onları dünyadan kovmuşlar. Bu büyük
savaştan önce iki titan , Klymene ve İapetos evlenmiş, dört çocuk sahibi olmuş. Hepsi iriyarı
,güçlü, zeki ve özgürlük tutkunuymuş. Atlas çok cesurmuş, hatta Zeus’ u bile umursamazmış. Doğal
olarak birgün Zeus çok kızıp onu “Dünya’ yı omuzlarında taşımaya” mahkum etmiş. Bugün dünya
haritalarını içeren kitaplara da bu yüzden Atlas deriz. Diğer kardeş Menoitios, çok gururlu ve
kibirliymiş. Zeus buna da katlanamamış ve onu yeraltına göndermiş. Zeus pek demokrat ve
hoşgörülü birisi olarak tanınmazmış zaten. Üçüncü kardeş Epimetheus ise Pandora ile evlenmiş.
Hani şu “Pandora’ nın sandığını” açıp dünyaya felaket ve salgınları salan meraklı tanrıça ile... Bu da
aslında Zeus’un bir oyunuymuş.
Son kardeş Prometheus da akıllı, güçlü ve onurluymuş. Titan çocukları içinde Zeus ’u en çok
korkutan da oymuş. Bu dört genç titan, Zeus’ u kesinlikle efendi olarak kabul etmiyorlarmış.
Prometheus’ un bir yeteneği varmış, babaannesi Gaia’ ya çekmiş; gelecekte olacakları önceden
görebiliyormuş. Prometheu, yaptığı zalimlikler nedeniyle Zeus’a çok kızarmış ama ondan korkarak
köleliği kabul edip, boyun eğenlere de çok kızarmış.
Zeus insanlar kendisine zarar vermesinler, tahtını ele geçirmesinler diye bir çok önlemler almış.
Herkesten kuşkulanıyormuş. Bütün besinleri toprağın altına saklamış, insanlar kolayca bulamasın
diye... Bu kadarla da kalmamış en önemli silah olan bilgi ateşini de onlardan, insanlardan saklamış.
İnsanların bilgi ateşini bularak bilgilenmelerini, kendine karşı ayaklanmalarını istemiyormuş.
Prometheus, bu bilgi ateşini insanlara götürmeye karar vermiş. Böylece insanlar zalim Zeus ’la başa
çıkabilirlermiş. Prometheus, insanlara bilgi ateşini vermenin ağır bir suç olduğunu biliyormuş.
Bir sabah erkenden yola çıkmış. Yanına “narteks” çiçeğini almış. Bu narteks çiçeği, ateşe çok
benzermiş. Tanrılar katında, İda dağında ateşin yanına ulaşmış, nöbetçiler uyuyormuş.
Gizlice bilgi ateşini alıp, yerine narteks çiçeğini koymuş. Hemen insanların yanına dönmüş.
İnsanlara bilgi ateşini getirmiş işte! Artık bu ateşi korumak ve büyütmek insanların göreviymiş.
Zeus bunları görünce çıldırmış. Prometheus’ u bir dağa zincirlemiş. Ona korkunç bir ceza vermiş.
Her gün bir kartal geliyor ve Prometheus’ un karaciğerini yiyormuş. O gece yeniden karaciğeri
oluşuyormuş Prometheus’un. Yenilenen karaciğer de, kartalın ertesi günkü yemeği oluyormuş. Bu
bitmeyecek bir işkenceymiş. Prometheus, sakinmiş çünkü insanların bilgi ateşini büyütüp , onu
kurtaracaklarını biliyormuş.
Siz ne dersiniz, acaba biz insanlar bilgi ateşini yeterince iyi kullanıp Prometheus’u kurtarabildik mi?
Yoksa ‘’O’’ hâlâ esir mi?
SONUÇ
Efsaneler, insanların hayal güçlerinden doğmuş, masalımsı anlatımlardır. Tarih değildirler ama tarihi
olaylara dayanmaları, bizlerin geçmiş hakkında bilgi edinmemizi sağlar. Anlattıkları olaylardan ders
almamızı, daha iyiye yönelmemizi sağlar.
Efsaneler ve onları inceleyen bilim dalı mitoloji, Dünya klasik edebi eserlerinin kaynağı ve
edebiyatçılar için bir hazinedir.
Dünyanın en zengin mitolojileri olan Yunan ve Roma Mitolojilerine Lidya, Frigya, Hitit, Finike
efsaneleri kaynak olmuşlardır. Bu medeniyetlerin kurulduğu yer olan Anadolu, bu nedenle Yunan ve
Roma Mitolojileri kadar zengindir. Gılgamış Destanı’ ndaki güzellik Yunan Mitolojisi’nde bile yoktur.
Dede Korkut, Oğuz Kaan Destanı da birer mitolojidir. Bu zenginliğe sahip olan bizler bunların
değerini bilmeli, araştırmacılara destek olmalıyız. Böylece efsanelerimizi, tüm dünyaya tanıtma
olanağını bulmuş oluruz.
Efsanelerle daha güzele ulaşmak dileklerimizle…
İzmir Bayraklı’da Tepekule’de kurulmuştur . Mitler hayal gücü olanları canlı tutsun diye
vardır.’’ Albert CAMUS
Tarihteki Agememnon Kaplıcaları bugün İzmir Daphne korkusunu defne ağacı olarak
sınırları içindeki Balçova Kaplıcalarımız olup yendi ve mitolojide yerini aldı.
insanların dertlerine deva olmaya devam
Sarıkız Kaz taşlarla Kaz Avlusunu oluşturdu.
Kral Midas , Marsyas’ın tarafını tutmanın
bedelini eşek kulakları ile ödedi.
Arakhne örümcek olduğu o günden beri ipek
ağlarını hiç bıkıp yorulmadan örer durur.
Kendi görüntüsüne hayran olan Narkissos Niobe taş kesildiği o günden beri sessizce
sudaki yansımasından ayrılamaz. ağlayarak korkunç bir kederin simgesi
olmuştur.
İnsanlığa bilgi ateşini getiren Prometheus
Tarı Zeus tarafından korkunç şekilde ceza- Paris elmayı hiç düşünmeden Aphrodit’ e
landırıldı. verdi.
KAYNAKÇA
Aksoy Y. Ege Kültürü…İstanbul: İnkılap Kitabevi
Albayrak N. (2004) Halk Edebiyatı Sözlüğü (1.Baskı)…İstanbul Leyla ile Mecnun Yayıncılık
Batur S. (1998) Açıklamalı Örnekli Türk Halk Edebiyatı (1.Basım) İstanbul Altın Kitaplar Yayınevi
Estin C. -Laporte H. Çeviren Eran M. (2004) Yunan ve Roma Mitolojisi…Ankara Tubitak Yayınları
Özmakas H. -Özmakas Y. (2003) Söylencelerde İzmir…İzmir: Ercan Kitabevi
Püsküllüoğlu A. (1996) Efsaneler (7.Baskı)…Ankara:Arkadaş Yayınevi
Püsküllüoğlu A. (1984) Anadolu Efsaneleri (5.Baskı) …İstanbul Can Yayınları
Şapolyo Enver B. (1965)…Dünya Efsaneleri (2. Baskı) …İstanbul Rafet Zaimler Kitabevi
Ural Y. (1996) Anadolu Efsaneleri…İstanbul Milliyet Yayınları
Ünver A. (2003) Ege Kıyılarında Eski Zaman Masalları (2.Baskı)…İstanbul Mart Matbaacılık
Tahtakuşlar Köyü Özel Etnografya Galerisi Kültür Yayınları No:3 (2003) Sarıkız Efsanesi Rehberi …Balıkesir ÖZEL EGE LİSESİ
|