ORDU EFSANELERİ
Gelin Kayaları Efsaneleri
Ordu’dan Çamalan Yaylasına doğru kâh tepelerin eteklerinden dolanan, kâh derin vadilere yükseklere bakarak uzanan yayla yolundan gelip – geçen bütün yolcular, Gelin Kayaları’na doğru bakışlarını çevirmekten alıkoyamazlar.
Harami Köyü’nden Melet ırmağı vadisine doğru, bir bıçak gibi keskin ve dik ir sırtın üzerinde duran, acayip şekilli taş yığınlarına Gelin Kayaları adı verilmektedir. Buranın dayandığı efsane ise, yılların ötesinden günümüze kadar, her yayla yolcusunun kulağına üflenmiştir. Gelin Kayaları Efsanesini civarın yaşlıları şöyle anlatıyorlar:
Melet ırmağına doğru inen sarp bir tepenin, ormanlarla örtülü yamaçlarında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet kenarlarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahlarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre, bu öğütücü, bir kişi tarafından döndürülebilen, mahalli halkın “ El Değirmeni “ dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avucunda ne varsa kızına vermiş. Düğünler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı şöyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş. Kızının bu halini gören babası, yaklaşmış:”Kızım değirmen taşı bizde kalsın” diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar. İçeriden biri: Emmi veriver şu değirmen taşını kızına da, bizde yola düzülelim, deyivermiş. Yaşlı baba: Olmaz, o bana lazım. Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını, sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş. O sırada yeni gelin: Babam benden bir taşı esirgiyor. Bende onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne. Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derce kıymetli olduğunu kavrayamamışlar... İşi. Basit bir”gelin eşyası “bir taş olarak görmüşler. İçlerinden biri: Hadi, emmi bu kadar nekeşlik etme. Alt tarafı bir taş parçası bunun… İnsan kızından bunları esirger mi? Bak o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi. Diyerek, değirmen taşlarını omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk – çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün? Kala kalmış, ortalıkta.
O sırada, önde davul – zurna, arka at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırtta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın ta, yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki… Derin bir ah çekmiş. Diliyle mi?
Aklıyla mı, gönlüyle mi bilinmez… Şöyle seslenivermiş, davullu-zurnalı gelin alayının ardından: Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin… Hepiniz taş olun, taş… Ertesi gün, karşı tepelerden bu geceye bakanlar, Melet Irmağı’na doğru inen dik bir yamacın, bıçak sırtı gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilde kayalar görmüşler. Daha düne kadar, ormanlık olan bu yamaçta, kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onları şaşkınlığa düşürmüş. Çünkü bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla, yayasıyla, davullu – zurnalı bir gelin alayının tıpkısı imiş. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Bir tarihte, yayla yolculuğum sırasında, Gelin Kayaları Efsanesi’ni anlatan yaşlı yol arkadaşım, ayrıca şunları da ilave etmişti:
Evlat, Gelin Kayaları, baba bedduası alan, ailesinin geçim kaynağını – desinler için – kurutan, taş ruhlu insanları bizlere göstermektedir.
Uzun Kızlar Efsanesi
Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış. Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, çanlı kelekli koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları sona ermiş ama Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler. Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çokmuş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye “Eriçok Tepesi” denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalmayacaklarını anlayınca Eriçok Tepesi’nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler. Kızlar çeşme suyu doldurmuşlar. Savaşçılarda kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar.12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. İki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları da peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızların başka çareleri kalmamış: Allah’ım demişler… Bizi düşman eline teslim etme! Yeri yar da yerin dibine girelim… Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir. Yüce tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onları toprak bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel uzun saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış. Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama Uzun kızların mezarları ve Eriçok Kalesi’nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mübarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.
Sağırlı Köyü Efsanesi
Sağırlı, merkez ilçeye bağlı bir köydür. Yılardan kötü bir yıl. Bayramlı Kasabası ve toprakları da korkunç bir taun (veba) hastalığı çıkmış. Ocaklar sönmüş, köyler ıssızlaşmış. Her nasılsa, birkaç kişi bu taun belasından kurtulabilmiş. Bunların biri sağırlı köyünün bulunduğu yerde canını kurtarmayı başararak yaşamaya çalışıyormuş.
Taun’dan (veba) sonra herkes yakınlarını arayıp, sormaya; sağ kalanları araştırmaya başlamışlar. Etraf dağlık ve ormanlarla kaplı olduğu, bir yerden öte tarafa gitmek zor olduğu için hayatta kalanlar tepeden çağrılarak sorulup, aranır olmuş. Böyle bir gün, Sağırlı tepelerine doğru: Heeeyy! Oralarda kimse var mı? Diye bağıran birine şöyle karşılık gelmiş. Bir sağır kaldı, bir sağııır… Bundan sonra, o yörenin adı “Sağırlı” kalmış. Aynı daun felaketine uğrayan Biben Köyü’nden de, hayatta kalan olup olmadığını öğrenilmek istenmiş. Köyün bir köşesinden, şöyle bir karşılık gelmiş: Bi ben kaldım, bi ben… İşte, Biben köyü adının da bu söyleyişten geldiği rivayet olunur.
Burhaneddin Köyü Efsanesi
93 Harbi adı da verilen Osmanlı-Rus Savaşından sonra, Ordu topraklarına Kafkas bölgesinden birçok göçmen ailesi gelmişti. Bunların bir kısmı Ordu’nun iç bölgelerine, birçoğu de kıyı toraklarına yerleştirilmişlerdi.
Kafkas göçmenlerinden bir topluluk, bugünkü Öçelli köyü ile Nizamettin Mahallesi arasındaki sahada oturmakda idi. O yıllarda, bu bölgenin belirli bir adı yoktu. Göçmenlerin, henüz yeni ev-bark kurmaya başladıkları yıllardı. O sırada 2. Abdülhamid’in bir oğlu dünyaya gelmiş ve adı da burhaneddin konmuştu. Göçmenler, ana vatandan yer-yurt sahibi olmalarını sağlayan Sultan 2.Abdulhamid’e şükran borçlarını eda için, yerleştirdikleri yere, yeni doğan bu çocuğun adının verilmesini ilgili makamlardan istemeye karar verdiler. Bu isteklerini, Ordu Kaymakamlığı vasıtasıyla Trabzon Valiliği’ne duyurdular. Oradan da İstanbul’a ulaştırılan bu istek kısa bir süre sonra kabul edildi ve bu suretle Kafkaslı göçmenlerin oturdukları yer Burhanettin Kariyesi adıyla resmen ilan edilir. Yüzyılı aşkın bir zamandan beri bu topraklar Burhaneddin Köyü adıyla anılmaktadır.
Çoban Bağırtan Suyu Efsanesi
Çambaşı Kasabasının yayan bir saat kadar doğusunda,2000 m. yüksekliğinde Seyit Tepesi adıyla anılan bir sivri yükselti vardır. Seyit Tepesi’nin kuzey-doğu yamacında bir kayak suyu vardır. Etrafta hiçbir ağaç bulunmayan, sanki Seyit Tepesi’nin böğründen fışkırmış bu kaynak suyuna Çoban Bağırtan denir. Çambaşı’na çıkıp da piknik için bu suya gelmeyene pek rastlanmaz. Rivayete göre, Çoban Bağırtan suyunun şöyle bir efsanesi bulunmaktadır. Bir yaz günü, sürüsünü Seyit Tepesi eteklerinde otlatan bir çoban, hastalanan koyunlarından birini keser, etini kavurur. Kaynağın başında, bir yandan yağlı koyun etini yer, öte yandan da kaynağın soğuk suyundan içer. Fakat yağlı kavurma soğuk soğuk kaynak suyu da içilince çobanın boğazını tıkar, donar ve çobanın nefesini keser. Böğürmeye çalışan çoban, bir ara can havliyle bağırır ve bu gayretle olduğu yere yığılır ve can verir. Çobanın acı feryadını uzaklardan duyanlar, kaynağın kenarına geldiklerinde çobanın cesediyle karşılaşırlar. Zavallı çobanın ağzında donmuş et parçalarını görünce; boğularak can verdiğini anlarlar. O günden sonra bu suya “Çoban Bağırtan Suyu” adı verilir.
Sarmaşık Efsanesi
Fatsa’da 12 kilometre uzaklıktaki ılıca köyünün sarmaşık mevkiinde bir sıcak su kaynağı vardır. Buranın ilk defa M.Ö. l. yy. da, Bolaman’da kurulan Pont Polemonyum devrinde kullanıldığı sanılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda terk edilen kaplıcanın yeniden nasıl bulunduğu şöyle rivayet olunmaktadır.
Eskiden adı Sarmaşık olan köyde yalnız başına yaşayan bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyarın varı-yoğu bir keçi sürüsü imiş. Keçilerini civardaki çalı ve dikenlerle kaplı yamaçlara solar, günlerini keçileriyle geçirirmiş. Karlı bir kış günü, kulübesinden çıkardığı keçilerini, tekrar yaylıma salan yaşlı adam, akşam yaklaştığı halde, hiçbirinin geri dönmediklerini görünce merakla onları aramaya koyulmuş. Civardaki bütün çalı diplerini, ormanları, keçilerin gidebilecekleri her yeri aradığı halde hiçbir ize rastlanmamış. İhtiyar, bir ümitle civardaki derenin kenarındaki ufak kuruluğu da aramak istemiş. Burası çok sarp ve sık dikenlerle kaplı olduğu için keçilerinin burada olabileceğine ihtimal vermemişse de, ormanın kenarındaki sazlar üzerinde bazı izler görerek büyük bir heyecanla sık çalıların arasına girmiş. Koruluğun çok kuytu bir yerinde, ağız kısmı sık sarmaşıklarla örtülü mağaramsı bir yerle karşılaşmış. İçerden sıcak bir hava geldiğini de fark eden ihtiyar, sarmaşıkları açarak mağaraya girmiş ve birden şaşırmış. Zira kaybolduğunu sandığı keçileri, gayet tatlı bir sıcaklıkla kaplı bu mağarada, duvarlardan sarkan yemyeşil otları yemekle meşgulmüşler. O yıllarda bu sıcak su kaynağından yeniden istifade edilmeğe başlanmış. Pont Devrinden kaldığı tahmin edilen taş havuzu tamir edilmiş, duvardaki yabancı otlar kazılmış, yerler temizlenmiş; kaplıca mağarasının gerisini engelleyen çalı ve dikenler temizlenerek, buraya geliş-gidişi kolaylaştıracak yol açılmış. Çevre halkı, buraya kaynağın bulunduğu yeri örten sarmaşıklardan ötürü ”Sarmaşık Kaplıcası” adını vermiş. Bu isim daha sonra burada kurulan köye ad olmuş. Halen ılıca’nın bir semti olarak, yeni tesislerle donatılan Sarmaşık Kaplıcası, gerek Ordu ilinin dört bir yanından, gerek il dışından bazı hastalıklarının tedavisi için gelen ziyaretçilerle dolup, taşmaktadır.
Altın Post Hikayesi
Aison oğlu İason yeter yaşa gelinceye kadar iktidarını Kardeşi Pelias'a emanet eder ve İasonu yetişmesi için dışarıya gönderir.İason yetişkin bir erkek olduğunda üzerinde üzerine panter derisi ,iki elinde mızrak ve sol ayağı çıplak olarak İolkos a döner.Amca Pelias ,kahinin ''Ayağında tek ayakkabı olandan sakın'' sözünü hatırlayarak İasondan korkar.Bundan altı gün sonra huzuruna çıkan yeğeni tahtını geri istediğinde ondan önce,Phriksos'u sırtında taşıyan koçun postunu getirmesini ister.
Mit anlatıyoruzya , şimdi burada durup Athamas ikinci karısı İno'nun sözüyle Nephele'den olma çocukları Phriksos ile Helle'yi , Zeus'a kurban etmek ister.Zeus kurban etmek yerine kanatlı ve altından bir koç gönderir çocuklara (Kimi tradisyonlarda anneleri Nephele'dir koçu gönderen).Phriksos ile Helle, koçun sırtında doğuya doğru uçarlar.Yolda Helle denize düşer ve boğulur.(Helle'nin düştüğü yerin Çanakkale Boğazı olduğu var sayılır).Buraya Helle Denizi anlamına gelen Hellespont denir.
Phriksos ise Kolkhis'e (bugünkü Gürcistan'ın güneybatısı olduğu sanılıyor),Kral Aites'in yanına ulaşır.Kral onu kızıyla evlendirir,o da koçu Zeus'a kurban edip postunu krala sunar.Kral ,postu Ares'e adar ve tanrının kutsal ormanındaki bir meşe ağacına çiviler.
Haber-Fotoğraf : C.Canan ÖZDEMİR , Kaynak: Yacht Dergisi
Dönelim İason'a ... Amcasının verdiği görevi kabul eden mustakbel Kral ,işte bu Phriksos'un oğlu Argostan yardım ister. Argos da Athena'nın önerisiyle argo isimli gemiyi yapar. Elli kürekli teknenin yelkeni karedir. Argo'nun pupasındaki kadın figürünün ,tekne için özel bir ağaç getirten Athena tarafından yapıldığı ve canlı olduğu da söylenceler arasındadır.İasona eşlik eden sefer yoldaşlarına geminin adı dolayısıyla Argonot (Argoanut) denir. Kelime ''hızlı'' manasındaki Argodan türetilmiştir.İason ve yoldaşı Argonotlar'ın ,gelişmiş Kolkhi ülkesine seferlerini anlatan Yunan Mitolojisinin bu en ünlü efsanesi , yol boyunca uğranan ülkeler ,aşılan mitlerle devam ediyor.Sonuçta medeia'yla evlenerek postu alan İason'un İolkos'a dönüp tahtı devraldığı ,orada sakin bir hayat sürdüğü veya bir süre sonra kovulduğuna dair birçok tradisyon da vardır.
Altınpost efsanesi Yunan edebiyat ve güzel sanatlarında yoğun bir etki yaratmış:Hesiod ve Eumelios ,büyük Yunan trajedi yazarları Aischylos ,sophokles ve Euripides ,Delfi'de bulunan ve heykeltraşı bilinmeyen friz,Atinalı Duris'in üstüne çizilmiş ünlü resmi ,lirikçi Mimneros ,Anakreon ve pindar ,şair ve bilgin Rodoslu Apollonios , ünlü Romalı yazar ve düşünür seneca ,Homeros , Herodot...
GERÇEK NEREDE BAŞLIYOR?
Altın Post söylencesini her incelediğimde nerede tarih,nerede mit başlıyor,kestirilemez olduğunu düşünmeden edemiyorum.Perşembe'nin Çaytepe Köyü yakınlarındaki Yason Burnu,adını İason'dan mı almıştır mesela?
Okudukça Yunanlıların Karadenizde kolonileşmeye başlamaları ,cesur ve keşfetmeye istekli (ya da bilemiyoruz,belki de yağmacı) bazı denizcilerin aşılamaz diye düşünülen kimi deniz mitlerini aşmaları sonucu mu gerçekleşmiştir?Karadeniz'in mitolojik ,geçit vermeyen "çarpan kayaları"ilk kez Argo'ya geçit verip ,ondan sonra mı sabitlenmişlerdir.Yoksa bunun efsanevi kayalarla ilgisi bulunmadığı ,bir çok gemiyi yutmuş Karadeniz girişindeki akıntıların neden olduğu mu anlaşılmıştır ?Yakın zamana kadar Argo gibi bir geminin Çanakkale boğazından geçemeyeceği mitini bile ancak 1984 te ,İngiliz yazar Tim severin ,benzer bir tekneyle boğazı geçerek kanıtlayıp çürütmüştür.
Mitler kimi keşiflere ,sanatlara,hatta insanın özüne ,doğasına ne kadar da yakın ve çoğaltan nitelikteler...her bir söylence ağızdan ağıza ,kulaktan kulağa dolaşmış ,tüm insanlığa ilham vermiş. "Söz uçar yazı kalır"ın uçan tarafını yitireli ne kadar zaman oldu?Artık milletimiz yok,hızlı iletişim çağındayız."Gelecekte dahada" diye başlayan cümlelerin vaatleri yüzünden de ,yarının tatsız olacağının sezgisiyle de bugünü hoşnutsuz ,huzursuz yaşıyoruz sanki |