Büyük Zafer (Öncesi ve Sonrası İle)
Dr. Atilla Kollu
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992 GİRİŞ
Sakarya Meydan Muharebesi’nde, Yunan taarruzlarının bütün cephe boyunca geri püskürtüldüğü 26-27 Ağustos 1921 tarihi ile Büyük Türk Taarruzu’nun başladığı tarih olan 26 Ağustos 1922 arasında tam bir yıllık zaman vardır. Bu dönem iç ve dış politik olaylar bakımından çok hareketli, harp harekâtı bakımından ise çok sakin geçmiştir.
Düşmanların, düşman güçlerin, kendi çıkarlarını düşünmeleri doğaldır. Acı olan, düşündürücü olan, içteki hainlerin, işbirlikçilerin varlığıdır. Böylesine acıların örneklerini her ulusun tarihinde bulmak olanaklıdır. Türk ulusu da bu hainlikleri yaşamış, görmüş; bu hainliklerden çok çekmiştir. Bu hainlikler, ulusların zor günlerinde sıkça görülen örneklerdir. “Büyük Taarruz” öncesi günlerde dış düşmanların içerdeki iş birlikçileri, hainler, uyduluğunu yaptıktan düşmanlardan geri kalmamışlar, Mecliste, Kamuoyunda Gazi Mustafa Kemal’i Anadolu Ulusal Eylemi’ni şaşırtmak, çökertmek, yolundan saptırmak için olanca güçleriyle çalışmışlardır1.
Başkomutan Mustafa Kemal, hayatının en sıkıntılı dönemlerinden birisini de Sakarya’da başarı kazandıktan sonra yaşamış olsa gerekir. Sakarya Zaferi onu kendi ülkesinde şereflerin en üstünü olan Gazi ve Mareşallik gibi her faninin ulaşamayacağı rütbelere ulaştırdı. Ama ne var ki Sakarya da gösterilen başarılar çabuk unutulmuştu. Meclis gene kaynıyordu. Mecliste, Ordu’nun taarruz edemeyeceği görüşü kuvvetlenmişti. İngilizlerin yumuşaması sonucu Anadolu’yu boşaltma konuları görüşülebilir, İstanbul’la birleşme sağlanır ve Mustafa Kemal Paşa’dan kurtulunabilir hayalindeki hainler Meclis’te, Malta’dan gelen sürgünlerinde katılmalarıyla oldukça kuvvetli bir muhalefet oluşturmuşlardı. Bu sürede, Mustafa Kemal, düşman kadar Meclis ve komutanlar ile de uğraşmak zorunda kalacaktı.
Meclis’te bunlar olurken, İstanbul’da da Padişahçı basın, başta “Peyami Sabah” gazetesi olmak üzere Anadolu Ulusal Eylemi’ni kötülemekten, düşmanların Türkleri aşağılayıcı sözlerini yayınlamaktan, halkı Mustafa Kemal’e karşı kışkırtmaktan çekinmemiştir2.
Barışı herkesten daha çok samimiyetle isteyen Mustafa Kemal, Sakarya Muharebesi bitiminde on günlük bir hazırlıktan sonra Yunan Ordusu’na taarruz ederek kesin sonuç almak üzere gerekli emirleri vermişti. Fakat, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın haklı direnmesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat cephede yaptığı incelemeler sonucunda taarruz teşebbüsü geri bırakıldı. On günlük değil, bir aylık hazırlık da yetmeyince, 1921 Sonbaharında ve bütün kış boyu yapılan çalışmalara rağmen, 1922 İlkbaharında bile taarruza geçilemedi3.
Bir yıl süren, yokluklar içerisinde geçen, uzun yıpratıcı ve yorucu büyük çabalar sonucu Türk Ordusu taarruza hazırlandı. Kurtuluş Savaşı’nın bu son safhasında baskın tarzında başlatılan taarruzla General Ali Fuat Erden’e göre “Motorsuz Yıldırım Harbi” yapılarak 30 Ağustos 1922’de Yunan ordusu’nun büyük kısmı yok edildi ve Türk Ordusu 9 Eylül’de İzmir’e girdi. Taarruz Harekâtı iki haftada bitirilmiş, Ordu 15 gün içinde muharebe ede ede 400 km.lik mesafeyi katetmiştir.
Her evresi ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve utkuyla sonuçlandırılmış olan bu savaşlar, Türk Ordusu’nun, Türk Subaylarının ve Komutanlarının yüksek güçlerini ve yiğitliklerini tarihte bir daha saptayan ulu bir yapıttır.
Bu yapıt, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz yapıtıdır4.
Tarihi olayların ana vasfı, zaman içinde daima bir akış ve hareket içinde bulunmasıdır. Yani tarihi olaylar daimi bir zincir gibi birbirini sebep-netice olarak takip ederler. Bir hadise kendisinden sonraki bir olayın sebebi, evvelki bir vakanın da neticesidir. Şu halde, tarihi olaylar sebep-netice zincirine bağlıdır. Bu düşünceden hareketle Büyük Zafer; Sakarya Muharebesi’nden sonraki gelişmelerden itibaren incelenmeye çalışılmıştır.
BÜYÜK TAARRUZ ÖNCESİ DIŞ POLİTİKA
Sakarya Zaferi’nden sonra, şu veya bu suretle harbin bitmesi dileği şüphesiz bütün gönüllerde uyanacaktı. Bu dilek ortaya iki mesele çıkarıyordu; Dış Politikanın ustalıkla yürütülerek barışın sağlanması, yada Ordunun bir an önce taarruza geçirilmesi5.
Sakarya Muharebesi, Türkiye ve Yunanistan’ın iç politikalarını büyük ölçüde etkilemiş, dış ilişkilerde de yani siyasî gelişmelere yol açmıştır. Bu gelişmelerden önemli olanlar şunlardır:
1. Kafkas Devletleri; Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ile yapılan Kars Andlaşması. (13 Ekim 1921)
2. Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması. (20 Ekim 1921)
3. İstanbul’da İngilizlerle yapılan Esir Mübadele Anlaşması. (23 Ekim 1921)
4. Türkiye-Ukrayna Dostluk Anlaşması. (2 Ocak 1922)
5. İtilaf Devletlerinin Mütareke teklifi. (22 Mart 1922)
1. Kars Andlaşması. (13 Ekim 1921)6
16 Mart 1921 tarihli Moskova Andlaşması’nı tamamlayan siyasi bir belgedir. Türkiye’nin Doğu sınırlarını çizen Moskova Andlaşması’na Gürcistan ve Ermenistan katılmadığı için, bunlarla da ayrı andlaşmalar yapılması gerekiyordu. Nitekim Moskova Andlaşması’nın 15. maddesinde; Kafkas devletleri ile yapılacak andlaşmalara Rusya’nın da katılacağından ve Rusya’nın gerekli girişimlerde bulunmayı yüklendiğinden söz edilmiştir7.
Ortak sınırları bulunmayan Türkiye ve Azerbaycan, aralarında bir andlaşmaya bağlanacak herhangi bir konu olmadığı halde, Gürcistan ve Ermenistan’ın Türkiye ile çözülecek birçok sorunları vardı.
Moskova Andlaşması görüşmeleri başlamadan, Rus Dışişleri Komiserliği Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın da bu görüşmelere katılmalarını istemişti. Rusya’nın ısrarla savunduğu teklifi, tarafların çoğalması yüzünden, Moskova Andlaşması’nın sonuçsuz kalacağı endişesiyle Türkiye delegasyonu reddetmişti. Bu küçük devletlerin; özellikle sınır sorunlarında anlaşmazlık çıkarmalarından endişe edilmişti. Rusya anlayış gösterdiğinden Moskova’daki görüşmelere başlanılmış ve Türk-Rus Andlaşması imza-lanabilmiştir. Geriye bir mesele kalıyordu: Kafkas devletleri ile de bir andlaşma yaparak onlara Moskova Andlaşması’nın kendilerini ilgilendiren hükümlerini kabul ettirmek8. Bu da Kars Andlaşması ile sağlanmıştır.
Gürcistan Dışişleri Komiseri Swanidze, 30 Temmuz 1921’de Ankara’ya Kafkas hükümetleriyle görüşmelerin başlatılmasını teklif etmişti. Ankara’nın en buhranlı günleri yaşadığı, Türk Ordusu’nun Sakarya doğusuna çekildiği bir dönemde girişilen bu teşebbüsün gerçekleşmesi için Sakarya zaferi beklenecekti. Görüldüğü gibi Kars Andlaşması Sakarya’dan önceki siyasi faaliyetlerin bir devamıdır.
26 Eylül 1921 akşamı Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığında Kars’ta başlayan konferansta Dışişleri Bakanlığı’nın Türk delegasyonuna verdiği talimat şöyleydi; “Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Cumhuriyetlerinden herbiriyle aramızdaki sorunları çözmek, bunlardan kabul edilenleri ayrı ayrı andlaşma şeklinde toplamak ve bu cumhuriyetlerden biri Moskova Andlaşması’nın kendisini ilgilendiren kısmını kabulden kaçınırsa, O zaman Rusya delegasyonunu sözünü yapmaya davet etmek” 9’10.
Türkiye’nin en çok önem verdiği konu sınırlar meselesi idi. Bu konuda özellikle Gürcistan’ın güçlük çıkartacağı tahmin ediliyordu. Batum, Ardahan ve Artvin’i tahliye eden Gürcü Menşevik Hükümeti idi. Halbuki şimdi, Gürcistan Bolşevik Hükümeti vardı. Türk Dışişleri, Gürcistan’ın sınır sorununda başarısızlığa uğrayınca, Moskova Adlaşması’yla Türkiye’de kalan madenlerden yararlanma hakkını istemeye kalkışacağı endişesinde idi. Rusya’da Çoruh vadisindeki bakır madenini istiyordu. Gürcistan “Elviye-i Selâse” de arkeolojik araştırma, Ermenistan’da Kalp tuz madenlerinden yararlanma hakkını elde etmek istiyordu11. Bunlara karşılık Türk delegasyonu da Baku petrollerinden pay istiyordu.
Yakov Ganetsky tarafından temsil edilen Ruslar, konferansta Türklere ödün verici bir tutum izliyorlardı. Ganetsky, Türk-Rus dostluğunun önemine değinerek bunun gelecekte de sürdürüleceğini tekrarlayıp dururken, Karabekir kendini tutamayarak, Enver Paşa’yla ortaklarının Batum’da neden bekletildiklerini ve programlarının amacının, Kemalistler Sakarya savaşını kaybederlerse, Türkiye’de bir Sovyet yönetimi kurmak olup olmadığını sorunca Ganetsky, bu iğneleyici soruya cevap vermiyor; ama konferans boyunca Türklere karşı yumuşak davranıyordu.
Bir hayli çekişmeden sonra başta sınır meselesi olmak üzere herhangi bir taviz vermeden, hazırlanan andlaşma 13 Ekim 1921 tarihinde imzalandı. Bu andlaşma ile Türkiye’nin doğusu güvenlik altına alınmış ve Ermeni meselesi kesin olarak kapanmıştır.
Kars Andlaşması’yla Kemalistler, Kafkaslardaki durumlarını sağlamlaştırıyor ve Misak-ı Milli’yi üç devlete daha kabul ettiriyorlardı, bu andlaşma, Kemalist diplomasisi için büyük bir basan idi. öte yandan, bir zamanlar Batılı devletlerin koruyuculuğu altında bulunan bu Kafkas ülkelerinde, itilaf devletlerinin özellikle İngiltere’nin uyguladığı siyaset bütün bütün iflas ediyordu12.
Doğuda altı Türk vilayetini içeren bir Ermenistan’ın kurulması hayali sona ermiştir. Gerçi Gümrü Andlaşması’nın (3 Aralık 1920) üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçmişti. Taşnak Hükümeti devrilmiş yerine Bolşevik idaresi kurulmuştu. Ermenistan’a zorla kabul ettirildiği gerekçesi ile, yeni hükümet Gümrü Andlaşması’nı tanımamak eğiliminde idi. Moskova Andlaşması böyle bir ihtimali az çok bertaraf ediyordu. Nihayet Kars Andlaşması bütün bu pürüzleri ayıklıyarak Türk-Ermeni barışının kurulmasını sağlamıştır.
Burada, Ermeni meseleleri üzerinde biraz durmak gerekir. Çünkü, Doğu Anadolu’da 1914-1920 yıllarında Türk-Ermeni mücadelesi sanıldığından daha çetin olmuş ve her iki taraf büyük kayıplara uğramış, çok acı çekmiştir.
Ermeni Meselesi iğimde Birinci Dünya Harbi’nin başlaması ile ağırlığını daha çok hissettirmiş ve 3 Aralık 1920 Gümrü Andlaşması’na kadar geçen zaman içinde Türk ve Ermeni halkları arasında kanlı olaylar cereyan etmiştir. Bu olaylar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile harbe tutuşması üzerine sınır bölgelerindeki Ermenilerin Türklere karşı silâha sarılmaları ve iç bölgelerdeki Ermenilerin Türk Ordusu’nun gerisini tehlikeye düşüren sabotajlara girişmeleri ile başlamıştır.
Durumun tehlikesi ve ciddiyeti karşısında, İttihat ve Terakki Hükümeti, bu sebeple, sert tedbirler almak zorunda kaldı ve 27 Mayıs 1915’de “Sefer zamanında hükümet icraatlarına karşı gelenler için askeriyece alınacak tedbirler hakkında” adlı geçici kanun çıkardı.
Tehcir, bu kanunun çıkarılmasından önce İçişleri Bakanı Talat Paşa hükümet karan almadan, doğrudan doğruya verdiği bir emir ile başlamıştı. Daha sonra, işe hukukî bir dayanak olmak üzere, hükümet tarafından yukarıdaki kanun yürürlüğe konmuştur.
Yüzbinlerce Ermeninin Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden Suriye ve Irak’a nakledilerek yerleştirilmeleri, başka bir meseleyi daha ortaya çıkarıyordu. Bu sorun tehcir edilen Ermenilerin malları ile ilgilidir. Hükümet, tehcire tabi tutulan Ermenilerin mallarının mahalli komisyonlar tarafından el konularak satılmasına ve Ermeniler tekrar döndüklerinde, mal bedellerinin sahiplerine iade edilmesine dair kararlar aldı. Fakat tatbikatta, olağanüstü durum ve kişisel çıkarlar nedeniyle büyük ölçüde suistimaller oldu. Yok pahasına kapatılan Ermeni malları ile yeni zenginler türedi, eski zenginlerin servetleri arttı. Büyük savaş Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile sonuçlanınca, Ermenilerin daha önce yoğun olarak bulundukları doğu ve güney bölgelerinin Türk halkı korkunç bir tehlike ile karşı karşıya kalıyordu. Halk, geri dönecek Ermenilerin intikam hırsı ile kendilerine yapacakları zulümden korkarken, eşraf yanlız can değil, aynı zamanda mal kaygusuna da düşmüştü. Millî Mücadele başlangıcında, ilk Müdafa-i Hukuk teşekkülünün doğuda Erzurum’da kurulması ve ilk kongrenin (Erzurum Kongresi) burada yapılması bu mesele ile çok yakından ilgilidir13. 1916 yılında Rus Ordusu ile beraber Erzincan’a kadar ilerleyen Ermeni Kuvvetleri, 1918’de Kafkasya’ya doğru gelişen Türk taarruzları karşısında geri çekilmiştir. 1919’da Ermeni Kuvvetleri tekrar Kars’a kadar olan bölgeyi işgal etmişler ve nihayet 1920 yılı Sonbahar taarruzunda Ermeni Ordusu, Türk Kuvvetleri karşısında bozguna uğrayarak Ermenistan’a çekilmişlerdir. Her seferinde silâhlı kuvvetlerle beraber ya Ermeni ya da Türk halkı göç etmeye mecbur kalmış ve göç etmeyenler karşı kuvvetler tarafından büyük ölçüde katliama uğramışlardır14.
Maraş, Antep ve Kilikya bölgelerinde de aynı dram tekrarlanmıştır. Fransız’lara karşı bu cephede Türk halkının gösterdiği çetin direnmede, Ermenilerin Fransız Ordusu ile beraber bulunmasının rolü büyüktür. Ermeni kaynaklarına göre 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Andlaşması ile Kilikya’nın Fransızlar tarafından boşaltılması sırasında 120.000’den fazla Ermeni Suriye’ye kaçmış, 30.000 kadar Ermeni de Kıbrıs, Mısır ve İstanbul’a göç etmiştir. Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a göç edenlerin sayısı ise, 300.000 den fazladır15.
3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Andlaşması ile 13 Ekim 1921 Kars Andlaşması arasında 11 Mart 1921’de yapılan Londra Konferansı’nda İtilaf devletlerinin halâ Ermeni koruyuculuğu rolünü bırakmamış oldukları görünmektedir. Londra Konferansı’nda açıklama yapan Ermeni temsilcileri Gümrü Andlaşması’nın tehdit altında imzalandığı ve henüz tasdik edilmediğini ileri sürmüşlerdir. Ancak konferans sonunda Ermenistan hakkında alınan karardan anlaşılacağı üzere, itilaf devletleri “Büyük Ermenistan” davasından ümitlerini kesmişlerdir. Şimdi “Ermenistan’a ait olan yükümlülükler; Türkiye Ermenilerinin Asya Türkiye’sinin doğu hududlarında bir milli ocak için haklarını tanımak ve Birleşmiş Milletlerin Ermenistan’ın nakli uygun ve doğru olacak bir yer hakkında vereceği karara uymak suretiyle yerine getirilebilir” gibi boş laflarla Ermenileri avutmak ve Ermeni hamiliğinden sıyrılmanın çarelerini aramaktadırlar16.
Ermeni meselesi, Lozan’da ebediyen tarihin derinliklerine gömülmüştür. Ancak, Lozan’a ulaşıncaya kadar birçok çetin safhalardan geçilmiş ve Kars Andlaşması bu safhaların sonucunu belirlemiştir.
2. Ankara Anlaşması
Fransa’nın Türkiye politikasını zamanla değiştirdiğini ve Londra’da 11 Mart 1921 günü imzalanan Bekir Sami-Briand Anlaşması’nın Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmemiş olmasına rağmen, Türk-Fransız harbi bu tarihten itibaren durmuştu. Londra Konferansı’ndan hemen sonra başlayan Yunan taarruzunun uğradığı başarısızlık ve genç Türk Ordusu’nun ikinci İnönü Zaferi, Fransa’nın takip ettiği Türkiye politikasının doğruluğu hakkındaki inancını kuvvetlendirmişti. Bundan sonra Fransa, Ankara ile anlaşma yapmak üzere teşebbüse geçti. Eski bakanlardan Franklin Bouillon, bu maksatla 9 Haziran 1921 günü Ankara’ya geldi. Türkiye-Fransa Anlaşması’na zemin hazırlayan görüşmeler, Nutuk’ta Atatürk’ün açıkladığı gibi17 kesin bir sonuca ulaşamadan yarıda kaldı. Sakarya Zaferi’nden sonra Fransa’nın tereddütleri tamamen ortadan kalktığından 20 Ekim 1921 günü Ankara’da Türkiye-Fransa Anlaşması imzalanabildi. Bu Anlaşma ile; savaşa son veriliyor, tutuklu ve savaş esirleri serbest bırakılıyor, her iki tarafın kuvvetleri daha önce belirlenen hatta çekiliyordu. Tam bir genel af ilan ediliyor, İskenderun ve Antakya bölgesi için özel bir yönetim rejimi kuruluyordu. Sınır yeniden belirleniyor, Caber Kalesi Türk mülkü olarak kalıyordu.
Anlaşmanın imzalanması sırasında Türk Delegesi Yusuf Kemal Bey, Franklin Bouillon’a, İskenderun ve Antakya bölgesi halkına Türk bayrağı ihtiva eden özel bir bayrak kullanma hakkının verilmesini istedi ve bu isteği kabul edildi.
Bu anlaşma ile Birinci Dünya Savaşı öncesi kurulmuş bulunan İtilaf bloku parçalandı. Versay’da kendisini desteklemeyen ve Almanya’ya yumuşak davranan İngiltere’ye kızan Fransa, Türkiye konusunda İngiltere’ye oyun oynuyor ve tek başına hareket ediyordu. İngiltere bu anlaşmayı hayret ve dehşet ile karşıladığını gizlemedi. Fransa Türkiye cephesinde 60-70 bin asker beslemek ve Türklerle savaşmaktan kurtuluyordu. Bu anlaşma yanlız Güney Doğu Anadolu için imzalamakla beraber, Fransa gibi büyük bir Avrupa devletinin Türkiye’yi ve Misak-ı Milli’yi resmen tanıması bakımından çok önemliydi. Fransız desteğini yitirdikleri için Kilikya üzerindeki Ermeni hayalleri yıkıldı.
Bu anlaşmanın Türkiye’ye siyasi yararlarının yanısıra, askeri bakımdan da büyük yaran oldu. Bu cephenin tasfiyesi ile Türkiye güneyini güvenceye aldı ve buradaki askerlerini Batı cephesine taşımak imkanı buldu. Fransızlar bölgeyi boşaltırken Türkiye’ye satış ve hibe yoluyla silah ve cephane bıraktılar.
Sömürge halklarının üzerinde de bu zaferin olumlu etkisi görüldü. Avrupa devletlerinin yenilmezliği korkusu yıkıldı. Türk zaferi ve Avrupa devletlerinin Türkiye karşısında yenilgileri sömürgeler halklarına umut verdi. Bu anlaşma ile Hatay Fransa’ya bırakılmakla Misak-ı Milli’den ikinci ödün verildi. Batum’dan sonra Hatay yitiriliyordu. Fakat o günün koşulları altında elde edilen büyük kazançtı. Çünkü Türkiye iki büyük cepheyi tasfiye etti. İki büyük ülke tarafından resmen tanındı. Kaldıki Hatay üzerinde Türkiye haklarından vazgeçmeyecekti. 1923 yılında Adana’ya gelen Atatürk, burada kendisini siyah bayrakla karşılayan Hatay temsilcilerine” 40 asırlık Türk yurdu yabancı eline bırakılamaz” diyerek, kurtuluş için söz vermiş ve sözünü 15 yıl sonra yerine getirmiştir18.
3. İstanbul’da İngilizlerle Tapılan Esir Mübadele Anlaşması (23 Ekim 1921)
Ankara anlaşması ve İstanbul’da imzalanan Türkiye-İngiltere Esir Mübadele Anlaşması, Londra Konferansı’na kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Bilindiği gibi, Londra Konferansı’na (21 Şubat-21 Mart 192ı)19 giden Türk Delegasyonu Başkanı Bekir Sami Bey, İngiltere ile esirlerin serbest bırakılması hakkında bir anlaşma imzalamış, fakat bu anlaşma eşit şartlar taşımadığından Mustafa Kemal Paşa tarafından reddedilmişti; Türkler bütün İngiliz esirlerini bırakacaklar, İngilizler ise, harp suçluları ile Ermeni tehcirine karışmış olanları bırakmayacaklardı. Bu defa, 23 Ekim 1921 günü İstanbul’da Milli Hükümet temsilcisi ve Kızılay İkinci Başkanı Hamit Bey ile İngilizler arasında yapılan Anlaşmaya göre, taraflar ellerindeki bütün esirleri karşılıklı alarak serbest bırakmayı kabul ediyorlardı.
4. Türkiye-Ukrayna Dostluk Anlaşması (2 Ocak 1922)
Sovyetler Birliği içerisindeki bir ülkenin, Türkiye’nin dış politikasında herhangi bir etkisi olamazdı. Rusya’nın, kızılordu Başkan Yardımcısı ve Ukrayna Harbiye Komiseri General M.V. Frunze’yi 25 Kasım 1921 ‘de Türkiye’ye göndermesi ve bir anlaşma imzalatması, Türk Milli Hareketi’ni moral açısından kuvvetlendirmek ve Milli Hareket’in gerçek durumunu görmekten ileri bir amaç gütmüyordu. Frunze’nin Ankara’da ikameti (25 Kasım 1921 - 15 Ocak 1922) Türkiye ve Rusya arasında büyük dostluk gösterilerine vesile oldu. Böylece Ukrayna vasıtasıyla Türk-Sovyet ilişkileri kuvvetlendirilmiş oluyordu. 16 Mart 1921 tarihli Moskova Andlaşması’nın bir benzeri olan 2 Ocak 1922 tarihli Türkiye-Ukrayna Anlaşması daha çok propaganda amacı taşımaktadır. Ancak Frunze’nin Ankara seyahati Türkiye bakımından yararlı olmuş, Moskova Frunze’nin raporlarından durumu daha iyi öğrenmek olanağını bulmuş ve bu sayede Rus yardımı artmıştır. Sovyet mali yardımı ile “üç tümeni donatacak kadar” silah gönderilmesi sağlanıyordu.
General Frunze kurulunun ayrılışından sonra, 28 Ocak 1922’de Ankara’ya gelen yeni Sovyet büyükelçisi İ. Aralev, iyi karşılanıyordu. Mustafa Kemal ile birlikte savaş kesimlerini gezen Aralov, Milli Hükümet’in pek çok askeri sırlarını öğreniyordu. Frunze’nin başlattığı iki ülke arasındaki yakınlaşma artarak devam ediyordu ama bu dostluğun karşılıklı olması bekleniyor. Moskova’nın buyruklarına göre davranılacağı anlamına gelmiyordu20.
5. İtilaf Devletlerinin Mütareke Teklifi (22 Mart 1922)
İtilaf Devletleri 1921 yılı Şubat ve Mart aylarında Anadolu’daki Harbe son vermek ve Türkler ile barış yapmak için giriştikleri teşebbüsleri (Londra Konferansı) 1922 yılı kış aylarında da tekrarlamışlardı. İtilaf devletlerinin durumlarını ve Türkiye için neler duyup düşündüklerini öğrenmek için önce Yusuf Kemal Bey, daha sonra da İçişleri Bakanı Fethi Bey Avrupa’ya gönderildi. İstanbul üzerinden Avrupa’ya gidecek olan Yusuf Kemal Bey’e İstanbul ile ilgili bazı özel görevler verilmişti21. Yusuf Kemal Bey İzzet Paşa ve arkadaşlarıyla ve eğer gerçek bir istek ve dilek olursa Vahdettin ile de görüşecekti. Vahdettin’in Büyük Millet Meclisini tanımasını, İzzet Paşa ve arkadaşlarının Büyük Millet Meclisinin çizdiği hedefe doğru yürümeleri gereğini teklif edecekti. Yusuf Kemal Bey aldığı talimat çerçevesinde hareket etti. Fakat neyazık ki, İzzet Paşa ve arkadaşları kendisini oyalayıp aldatarak, Padişaha bir müracaatçı imiş gibi götürdüler. İzzet Paşa ve arkadaşları bununla da yetinmeyerek, Yusuf Kemal Beyin Avrupada’ki teşebbüslerini karıştırmak ve güçleştirmek için, İzzet Paşayı Yunanistan’ın işgali altında bulunan yerlerden geçirilerek, Yusuf Kemal Beyden önce Paris ve Londra’ya gönderdiler. Yusuf Kemal Beyin Paris ve Londra’da yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Yalnız şu anlaşıldı ki, İtilaf Devletlerinin Dışişleri Bakanları yakın bir zamanda toplanacaklar ve 1921 yılı Şubat ve Mart aylarında Anadolu’da harbe son vermek ve Türkiye ile barış yapmak için giriştikleri teşebbüsleri tekrarlayacaklardı.
Yusuf Kemal Bey daha Türkiye’ye dönmeden İtilaf Devletleri Dışişleri Bakanları Konferansı 22 Mart 1922 tarihinde Türk ve Yunan hükümetlerine ateşkes anlaşması teklifinde bulundu. İngiltere Türkiye’yi oyalamak, Yunanistan lehine en kârlı barışı sağlamak istiyordu. İngiltere üç bakımdan endişeli idi;
1. Türkiye yakında Yunanistan ordusuna karşı başarılı bir taarruz yapabilirdi. (Bu durumda yeni barış şartları Türkiye’nin istediği biçimde gerçekleşecek demekti)
2. Türkiye’nin Rusya ile olan dostluğu nereye kadar gelişecekti?
3. Türkiye’nin Irak’a karşı askeri bir harekat yapması ihtimali (Musul Misak-ı Milli sınırları içinde idi ve Türkiye’nin Elcezire Cephesi’nde önemli sayıda askeri vardı)22.
Yapılan teklif şunları içeriyordu:
1. Her iki tarafın birlikleri arasında 10 km.lik askersiz bir bölge meydana getirilecek,
2. Birlikler insan ve cephane bakımından takviye edilmeyecek,
3. Birliklerin durumunda değişiklik yapılmayacak, biryerden biryere malzeme götürülmeyecek,
4. Ordu ve askeri durum İtilaf Devletlerinin Askeri Komisyonlarınca kontrol edilecek,
5. Çarpışmalar 3 ay süre ile dondurulacak ve bu durum barış için yapılacak ön görüşmeler taraflarca kabul edilinceye kadar, üçer aylık sürelerle kendiliğinden yenilenecek,
6. Taraflardan biri yeniden savaşa başlamak isterse, ateşkes süresinin bitiminden 15 gün önce karşı tarafı ve İtilaf Devletlerine durumu bildirecekti.
Bu teklifi Yunan’lılar hemen kabul etti. Yunan Ordusu Sakarya’da maddi ve manevi bakımdan yenilmişti. Bu ordunun yeniden geniş çapta bir taarruza geçerek bir daha talihini denemeye kalkışması güçtü. Yunan ordusunu yeniden kesin sonuç verecek bir harekata yöneltmek imkanı kalmayınca, İtilaf Devletlerince, bir yıla yakın bir zamandır hazırlanan Türk Ordusu’nu uyuşukluğa düşürmek, Milli Hükümete ümitler vererek bekleyiş içinde bırakmak ve böylece geçecek zaman içinde Milli hükümeti ve Orduyu gevşetmek şeklinde tedbirler alınmak isteniyordu.
Bu sırada cephede bulunan Mustafa Kemal Paşa, Ankara’daki Bakanlar Kurulu ile görüşerek, Dışişleri Bakanlığı’ndan en kısa zamanda bu teklife cevap verileceğinin İstanbul’da bulunan İtilaf Devletleri Temsilcilerine bildirilmesini istedi23.
24 Mart 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Bakanlar Kurulu Başkanlığına konu ile ilgili kararını şöyle açıkladı: “Ateşkes Anlaşması prensip olarak kabul edilmeli ancak Ordunun eksiklikleri ve hazırlıklarının tamamlanmasından geri kalınmamalıdır. Ordunun içine yabancı denetleme hayetleri sokulmayacaktır. Bu teklifi Anadolu’nun boşaltılması için kabul etmekle birlikte, uygulanabilir ve gerçekleşebilir şartlar öne sürülmelidir. Ateşkes Anlaşmasıyla birlikte, boşaltma işinin başlaması, en önemli şarttır.” 24 Mart 1922 günü Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı notaya verilecek karşılık ile Bakanlar Kurulunun Ankara’da hazırladığı cevap metni arasında bazı ayrılıklar olduğunda, 24-25 Mart 1922 gecesi Bakanlar Kurulu Sivrihisar’a geldi ve verilecek cevaba son şekil verildi. Bakanlar Kurulu Ankara’ya döndü fakat bu cevabı vermeye vakit kalmadan, Paris’te toplanan Dışişleri Bakanları Konferansının 26 Mart 1922 tarihli ikinci bir notası alındı.
Bu nota, İtilaf Devletlerinin barış esasları ile ilgili aşağıdaki tekliflerini içeriyordu:
1. Türkiye ve Yunanistan’daki azınlık haklarının korunması ve bu maksatla konulacak kuralların uygulanmasına Milletler Meclisinin katılması,
2. Doğuda bir Ermenistan kurulması ve bu işe Milletler Cemiyetinin katılması,
3. Boğazların serbestliğini sağlamak üzere, Gelibolu Yarımadası’nda ve Boğazların çevresinde askerden arınmış bir bölgenin oluşturulması,
4. Trakya sınırının Tekirdağ’ı Türkiye’ye, Kırklareli, Babaeski ve Edirne’yi Yunanistan’a bırakacak şekilde tesbiti, Edirne Türklerine ve İzmir Rumlarına, bu şehirlerin yönetimine adaletli bir şekilde katılabilmelerini sağlamak üzere uygun bir yöntemin kararlaştırılması,
5. Barış yapılır yapılmaz İstanbul’un İtilaf Devletlerince boşaltılması,
6. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 50.000’den 80.000’e çıkarılması ve askerliğin ücretli olması.
7. Savaş tazminatı ve dış borçların ödenmesi için Türk hakimiyeti ile bağdaşabilecek bir yöntemin tayini,
8. Adli ve İktisadi kapitülasyonlarda değişiklik yapılması üzere bir komisyon kurulması24,
İki nota ile öne sürülen şartlar iyi incelenirse, İtilaf Devletlerinin, İstanbul Hükümeti ile birlik olarak yeni Türk Hükümetini yok etme maksadına dayanan çalışmalarda yeni bir safha açtıkları görülüyordu. Buna karşı, durumun çok ciddi olduğunu düşünerek esaslı ve büyük bir savaşa hazırlanmak gerekiyordu.
Her iki Notaya 5 Nisan 1922 tarihinde verilen cevapta;
1. Ateşkes Anlaşması ilke olarak kabul edildi.
2. Ateşkes Anlaşması ile birlikte Anadolu’nun hemen boşaltılması, boşaltma süresinin 4 ay olması istendi.
3. Boşaltma işi bittiği zaman barışla ilgili ön görüşmeler sonuçlanmamışsa, ateşkesin 3 ay daha uzatılması kabul edildi.
4. Boşaltma işleminin, Ateşkes Anlaşmasının yürürlüğe girişinden başlamak üzere ilk 15 gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar kesimi ve Anlaşma süresi olan 4 ay içinde İzmir dahil işgal altında ki bütün toprakların boşaltılması istendi.
5. Bu teklifler kabul edilirse, barış tekliflerini incelemek üzere 3 hafta içinde Türk delegelerinin kararlaştırılacak bir şehre gönderilebileceği bildirildi25.
Bu notaya 15 Nisan 1922’de verilen cevap olumsuzdu. 22 Nisan’da verilen yanıtta, ateşkes konusunda anlaşmaya varılması bile barış görüşmelerinin geciktirilmesinin uygun olmayacağı, bu nedenle İzmir’de bir konferans toplanması teklif edildi. Bu yazışmalarda sonuçsuz kaldı. Beykoz’da veya Venedik’te bir konferansın toplanması birçok defa söz konusu oldu ise de, son zaferin kazanıldığı ana kadar bunlardan hiçbiri gerçekleşmedi.
Düşmana taarruz için verilmiş olan kesin kararın uygulanmaya başlamasından önce hazırlanmak ve tamamlanmak zorunda olunan savaş vasıtalarının neler olduğunu Mustafa Kemal Paşa şöyle açıklıyordu: Birincisi, en önemlisi ve asıl olanı, doğrudan doğruya milletin kendisidir. İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis’in milli isteği ortaya koymakta ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Üçüncü vasıta, milletin silahlı evlatlarından ibaret olup, düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur26. Şimdi sıra ile bunları görelim:
MİLLETİN HAZIRLANIŞI
On yıldır aralıksız sürüp giden savaşların millet üzerinde yarattığı tahribattan sonra Sakarya Muharebeleri sırasında milletten istenen fedakarlığı, Tekâlifi Milliye Emirleri, aralıksız askere alınan ve cepheye gönderilen insanlar göz önüne getirildiğinde, millet desteğinin sağlanmasının güçlüğü ortaya çıkar.
Karşı ihtilal hareketlerinin kanlı bir şekilde bastırılmasının, küçük bölge ayaklanmaları karşısında gösterilen haklı şiddetin, istiklâl Mahkemelerince memleketin her tarafında verilen ağır mahkûmiyet kararlarının, Milli İdareye karşı millet üzerinde yarattığı hoşnutsuzluğu da dikkate almak gerekir. Bütün bunların üzerine, millet orduya yeniden asker vermeye ve yeni bazı mali külfetlere katlanmaya davet edilecekti27.
Trakya’dan İstanbul bölgesinden ve İzmit-Eskişehir, Kütahya-Afyon çizgisinin batısında kalan geniş ve zengin bölgeden asker ve vergi alınamıyordu. Bütün yük Anadolu’nun fakir kısmına ve aşağı yukarı 7 Milyon (Aybarsa göre 9 Milyon) insana düşüyordu28.
Yollar çok kötü durumda idi. Karayolları şose ve toprak olup, kullanılamayacak durumdaydı. Bu yollarda kullanılan ulaşım araçlarının çoğu, ilkel araçlardı. Kağnı, iki veya dört tekerlekli at arabaları, deve, eşekle taşımacılık yapılıyordu. Bunlar durumlarına göre, 100-140 km. arası yük taşıyabiliyorlar ve günde (kağnı 15-20 Km) 15-40 Km arası gidebiliyorlardı. Kamyon ve benzeri araçlar yok denecek kadar azdı. Demiryolu Ankara’da bitiyordu. Onunda ancak Eskişehir doğusunda küçük bir parçası elde bulunuyordu. Akşehir-Pozantı arasında kalan diğer bir parça demiryolunun ise pek askeri değeri yoktu. Milli idare altındaki bütün topraklarda tek bir fabrika mevcut değildi29. Keskin Fişek Fabrikası’nın çalışmaya başlaması ancak 23 Eylül 1921’de mümkün olmuştu30.
Doğu cephesinden Batı cephesine, iyi kötü gönderilebilecek bir cephane sandığının istenilen yere varabilmesi için, kuş uçuşu ile en az 1.200 Km.lik yol aşması gerekirdi. Fakat insanlar kuş değildi ki? İnebolu’dan Ankara’ya ancak bir haftada varılabiliyordu. Ama bu yoldan Ankara’ya gelip dönecek vasıta eğer bir kağnı ise, onu sürenlerin ortalama bir aylık yolu göze almaları gerekiyordu. Halbuki nihayet birkaç yüz kilo yük alacak bir kağnının hayvanları ile onu sürenlerin, bu yol için neredeyse bir kağnı yükü yiyeceğe, yeme, ihtiyaçları vardı. Halbuki Anadolu neredeyse açtı31.
Hâl böyle iken 22 Mart 1922 tarihli mütareke teklifinin millet üzerinde gevşetici bir etki yapması kaçınılmazdı. Bu sebeple, mütareke şartlarının millete iyice anlatılamamasına ve etkisiz bırakılmasına çalışılmıştır. O devrin olanaklarına göre güç olan ve propaganda alanına giren bu faaliyet kaçınılmaz bir zorunluluk idi. Halkın uyarmak için, Müdafaayı Hukuk kuruluşları, Belediye Başkanları, eşraf, harekete geçirildi. Her taraftan, mütareke şartlarının kabul edilmemesi için TBMM’ne telgraflar yağmaya başladı. Telgraf metinleri, başta “Hakimiyeti Milliye” olmak üzere, gazetelerde yayınlatılıyordu. Mütareke konusu resmi olarak 22 Nisan’da kapandığı halde, telgraflar aralıksız 1922 Haziran’ına kadar sürmüştür.
Kamu oyu hatta Meclis, harbin devamına bu suretle hazırlanırken, şüphesiz hükümet başka tedbirler almakta idi. Bunlardan en önemlisi çıkarılan af kanunlarıydı. TBMM’i Sakarya Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki dönemde üç önemli af kanunu çıkarmıştır. Bu af kanunlarından yararlanmayan mahkûmlar için de iki kararname yürürlüğe konmuştur32.
MECLİSİN HAZIRLANIŞI
Sakarya Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki dönemde Meclis çalışmalarında Mustafa Kemal Paşa büyük güçlüklerle karşılaştı ve çalışmaları engellenmek istendi. Kendisine 19 Eylül 1921 tarihinde33 bir kanunla “Mareşallik” rütbesi ve “Gazi” unvanını veren Meclis, üç, dört ay geçmeden Sakarya Zaferini unutmuş ve muhalefet kendisini göstermeye başlamıştı. Sakarya Muharebesi’nden önce başlayıp bir biri ardınca gelmiş olan Malta tutuklularından bazılarını da bu muhalefet akımlarını kışkırtıyorlardı 34.
15 Kasım 1921 ‘de Malta’dan Ankara’ya gelen Rauf Bey 17 Kasım 1921’de Bayındırlık Bakanı olmuştu. Daha sonra Malta’dan gelen Kara Vasıf Bey’de Anadolu ve Rumeli Müdafaâ yî Hukuk Grubunun Yönetim Kurulu Üyeliğine seçilmişti. Hükümet içinde ve Grupta uyum içinde çalışmayı temin amacıyla Mustafa Kemal Paşa’nın yaptırdığı bu tayinler muhalefetin temeli haline gelmişti. Rauf Bey ve Kara Vasıf, aynı gün “Güdülen Askeri Politika Nedir?” konusunun Bakanlar Kurulunca açıklanmasını istediler. Halen uygulanmakta olan Siyasi ve Askeri Politika” İstiklal tam olarak sağlanıncaya kadar, düşmanlarla savaşmak ve onların yenileceğine kesin inançla savaşa devam etmek” idi ve bu Meclisi Büyük taarruza hazırlamak için bir çok defa açıklanmıştı. Muhalefetçe ortaya atılan diğer sorular, “Ne olursa olsun muharebeye devam etmekle sonuç almak mümkün müdür? Mümkün olmadığı ihtimalini hesaba katarak daha şimdiden başka tedbirler ve çareler-anlatmak istedikleri siyasi çarelerdir-baş-vurarak içinde bulunulan tehlikeli duruma son vermek yerinde olmazını? şeklindeydi. Bu konuların görüşme ve tartışma konusu edilmesine Mustafa Kemal Paşa müsade etmedi. Bunun üzerine Rauf Bey ve Kara Vasıf Bey istifa ettiler. Aynı gün, Mustafa Kemal Paşa’nın hem Başkomutan hem de Meclis Başkanı olmasının sakıncalı olduğunu, Ordu ve işlerin iyi gitmediğini, Başkomutan ve Genelkurmay Başkanı’nın Ankara’da oturduğu, cepheden uzak kaldığı, Mecliste bir savaş komisyonu kurularak Ordunun durumunun incelenmesi gerektiğini, Genelkurmay Başkanlığı ile MSB.lığının birleştirilmediğini ileri süren, Milli Savunma Bakanı Refet Paşa da istifa etti.
Bu görüşlere Mustafa Kemal Paşa şöyle cevap verdi: “Başkomutanlık ve Gnkur. Bşk.lığının Ankara’da ikamet etmesi uygundur. Görevini en iyi şekilde buradan yürütmektedir. Gerektiğinde ve nereye gideceğine kendisi karar verir. Cephe ile bizzat uğraşan cephe komutanları vardır. Gereksiz yere Başkomutan’ın Ankara’dan uzaklaşmasının istenmesinin anlamı yoktur. Gnkur. Bşk.lığı ile MSB.lığı Başkomutanın emri altında Başkomutanlık karargahını oluşturur. Ayrı ayrı değildir. Gnkur. Bşk. Fevzi Paşa Ankara’da bulundukça Bakanlar kuruluna başkanlık yapması zaruridir. Çünkü, onun yokluğunda karışıklıklar çıktı. Ordu ile ilgili olarak yapılan işleri denetlenmesi için Meclis’in bir komisyon kurmasında bir sakınca yoktur. Ancak bu komisyon benim başkanlığımda olmalıdır.”
Komisyon kuruldu. Eski Harbiye Nazırı Cemal Paşa komisyona üye seçildi. Diğer konularda Refet Paşa’nın görüşleri benimsendi ve Refet Paşa ile Rauf Bey istifalarını aynı gün verdiler35.
Müdafaâ-yî Hukuk Grubu, Meclis görevlerinin iyi gitmesi ve Bakanlar Kurulu çalışmalarının aksamadan yapılmasını sağlamak bakımından sonuna kadar yardımcı oldu. Fakat muhalif duygu ve düşüncede olanlar her gün biraz daha taraftar buldukça, Grup’un çalışmasını güçleştirmeye başladılar. Muhalefetin ana kaynağı, Müdafaâ-yî Hukuk Grubu Tüzüğündeki hükümetin, Teşkilatı Esasiye Kanununa göre yapılması konusu idi.
Bu konu, Grup içinde de görüş ayrılıkları ve disiplinsizliklere neden oldu. Birtakım kimseler Gruptan ayrıldılar. Ayrılanlar dışarıda birleşerek Grubu yıkmaya çalıştılar. Alınan tedbirlerle buna engel olundu. Sonunda ikinci Grup adıyla yeni bir grup oluştu.
Yürürlükteki kanuna göre, Bakanlıklar için Mustafa Kemal Paşa aday gösteriyor, milletvekilleri, gösterilen adaylara olumlu veya olumsuz oy veriyorlar veya çekimser kalıyorlardı. îkinci grup, Mustafa Kemal Paşa’nın adaylarını dikkate almadan, kendi grupları adına ortaya attıkları adaylara, kanuna aykırı olarak oy vermek suretiyle, hükümetin kurulmasına engel olmaya başladılar. Meclis’te ordu aleyhine bir hareket yaratılmıştı. Sakarya Muharebesi’nden sonra aylar geçtiği halde, Ordu niçin taarruza geçmiyor? Mutlaka taarruz etmelidir. Hiç olmazsa sınırlı, belirli bir cephede taarruz yapmalıdır ki, Ordumuzun taarruz kabiliyeti olup olmadığı anlaşılsın diyorlardı. Bu harekete karşı direnilmiştir. Maksat bütün taarruz hazırlıklarını tamamlayarak genel ve kesin sonuca götürücü bir taarruz olduğu için sınırlı bir cephede taarruz görüşü benimsenmedi. Bunda bir yarar yoktu36.
Muhalefette, Ordunun taarruz gücü kazanamayacağı konusunda kanaat uyandı. Bunun üzerine başka bir görüş ortaya attılar. Bu defa asıl düşmanın Yunanistan değil İngiltere olduğunu, Yunan ordusuna karşı bir perde hattı bırakıp, asıl orduyu Irak’ın kuzey sınırına yığıp İngilizlere taarruz etmek gerektiğini belirttiler.
Bu kadar anlamsız ve mantıksız olan düşünceye iltifat edilmedi. Muhalefet, nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Meçhullere? koskoca bir millet, belirsiz, karanlık hedeflere akılsızca sürüklenir mi? şeklindeki olumsuz propagandalar yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922 günü akşamı cepheyi teftişe gitmeden önce meclisteki gizli oturumda meclisi taarruza hazırlamak için bazı açıklamalarda ve ricalarda bulundu. Sakarya muharebesinden sonra, Düşman ordusunu Eskişehir-Seyitgazi-Afyonkarahisar kesimine kadar kovalayan kuvvetlerimizin bütün ordu olmayıp, yalnız süvari birlikleri ve bunlara destek olmak üzere ileri sürülen bazı Tümenler olduğunu açıkladı. Ordunun kararının taarruz olduğunu, ama bu taarruzun ertelendiği, bunun sebebininde hazırlıkların tamamlanması için zamana olan ihtiyaçtan doğduğunu belirtti. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruzun hiç taarruz etmemekten çok daha kötü olduğunu söyledi. Bekleyişin taarruz kararından vazgeçildiği veya bunu başarmaktan ümit kesildiği şeklinde anlamanın ve yorumlamanın yersiz olduğunu söyledi.
Osmanlıların yapacakları askeri harekâtın genişliği ölçüsünde hazırlıklı ve tedbirli davranmadıklarını ve daha çok duygu ve hırslarının etkisi altında hareket ettikleri için Viyana’ya kadar gittikleri halde, geri çekilmeye mecbur olduklarını, daha sonra Budapeşte’de de duramadıklarını çekildiklerini, Belgrat’ta da yenilerek çekilmeye mecbur olduklarını Balkanları terk ettiklerini, Rumelinden çıkarıldıklarını, Bize içinde daha düşman bulunan bir vatanı miras bıraktıklarını söyledi. Bu son vatan parçasını kurtarırken, hırs ve hislerin bir yana bırakılmasını, ihtiyatlı olunmasını istedi. Kurtuluş için, istiklal için eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare olmadığını ve olmayacağını söyledi37.
Sinir gevşetici sözlere, telkinlere önem verilmemesini ve güvenilmemesini, Osmanlı yönetim ve zihniyetinin yarattığı bu türlü zihniyetlerin reddedilmesi gerektiğini açıkladı. “Ordu ile, savaşla, inatla bu işin içinden çıkılmaz” şeklindeki dış kaynaklı öğütlere uymakla, bir vatanı millet istiklâlini kurtaramaz. Tarihte böyle bir olay kaydedilmemiştir, dedi.
Meclisin milli isteği ortaya koymakta ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliğin önemini açıkladı. Meclis, milli isteği ne kadar büyük bir dayanışma ve birlik içinde aksettirebilirse, düşmana karşı o kadar güçlü bir üstünlük vasıtasına sahip olunacağını açıkladı.
Düşmana karsa oluşturulan cephelerin iç ve görünürdeki cephelerden meydana geldiği, asıl cephenin iç cephe olduğunu, bu cepheyi bütün memleket ve milletin meydana getirdiğini söyledi. Mustafa Kemal Paşa, görünürdeki cephenin ise doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephe olduğunu açıkladı. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir fakat bu durum hiç bir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez, önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten “Kaleyi içten almak” dışardan zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncuların varlığını iddia etmek yerindedir, dedi. Mustafa Kemal Paşa bu sözlerinden sonra cephede bulunacağı sıralarda ordunun duygu ve düşünceleri üzerinde ümitsizlik yaratacak açık tartışmalardan vazgeçilmesini Meclisten özellikle rica eder.
Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın, barışın sağlanmasından sonraki seçimlerde birçok değerli kimselerin yerine bir takım muhafazakârların toplanmasına karşı tedbir olarak, üyelerini büyük uzmanların (Bakanlık, Valilik, Ordu Komutanlığı yapmış) oluşturduğu ikinci bir meclisin kurulmasını teklif etti. Mustafa Kemal Paşa verdiği cevapta, Millet Meclisi üyelerinin değerli ve uzman kişilerden seçilmesini sağlayarak, Meclis’in iç teşkilatında, komisyonların kurulmasında, Bakanlar Kurulunun seçilmesinde ilim ve ihtisasa çok önem verilerek başarılı bir idare makinesinin kurulabileceğini belirtir.
Mecliste sorun olan önemli konulardan biriside Başkomutanlık süresinin uzatılmasıdır. 5 Ağustos 1921’de kabul edilen Başkomutanlık kanunu, birinci defa 31 Ekim 1921, ikinci defa 4 Şubat 1922’de, üçüncü defa 6 Mayıs 1922’de uzatıldı her defasında muhaliflerin türlü türlü eleştiri ve hücumlarına uğradı. Özellikle üçüncü defa uzatılması oldukça önemli bir olay haline geldi.
6 Mayıs 1922 gününden önceki günlerde, zamanı geldiği için kanunun süresinin uzatılması mecliste söz konusu edilirken Mustafa Kemal Paşa hasta olduğu için mecliste bulunamamıştı. 5 Mayıs akşamı Mustafa Kemal Paşanın yanına giden hükümet üyeleri, mecliste muhaliflerin kendisinin Başkomutanlıkta kalmasını istemediğini, tartışmalı görüşmelerden sonra Başkomutanlık kanunun süresinin uzatılmasının kabul edilmediğini açıklarlar ve Gnkur.Bşk. ve MSB. istifa etmeye kalkarlar. Mustafa Kemal Paşa kendilerinden 24 saat beklemelerini ister. Ertesi gün yani 6 Mart 1922’de yapılan gizli oturumda muhaliflerin Başkomutanlık aleyhine söylediklerini cevaplandırır. “Para vardır veya yoktur, ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır, bu millet istiklâlini kurtaracaktır” der. Vasıf Bey’in “Biz Sakarya Muharebesinden sonra, işte halâ kıpırdayamadık, kıpırdıyamıyoruz.” sözlerinin “Brova” sesleri ve alkışlarla karşılanmasına duyduğu üzüntüyü dile getiren Mustafa Kemal Paşa, “Bunu burada gömelim kimse işitmesin”der38.
Meclisin Başkomutanlığın gereğine inandığına şüphe olmamakla beraber muhalefetin hiç bir temele dayanmayan tutumu, meclis kararının istenilmeyen bir şekilde çıkmasına yol açar. Bunun sonucunda da Ordu Komutansız kalır. Mustafa Kemal Paşa, mecliste beliren oy sonuçlarına göre hemen komutadan el çekmek istediği, Başkomutanlığının sona erdiğini hükümete bildirir. Fakat önlenmesi imkansız bir felakete meydan vermeme mecburiyeti ile karşı karşıya gelir. Düşman karşısında bulunan ordu başsız bırakılamazdı. Bu nedenle “Başkomutanlığı bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım” der.
Gizli oturumda, düelloyu andıran tartışmalar sonunda meclis 11 red, 15 çekimsere karşı 177 oyla Başkomutanlık kanunun süresini uzatır.
Üç ay sonra, yani 20 Temmuz 1922 tarihinde Başkomutanlık süresi bittiği için yeniden görüşme konusu olur. Mecliste yapılan müzakereler sonunda Başkomutanlık süresiz olarak Mustafa Kemal Paşa’ya verilir39.
İkinci Grup adını alan muhalifler, faaliyetlerini yoğunlaştırarak, Mustafa Kemal Paşa tarafından gösterilen adaylar arasından Bakanların seçilmesi usulünü 8 Temmuz 1922 tarihli kanunla değiştirdiler. Bakanların ve Bakanlar Kurulu Başkanı’nın doğrudan doğruya meclisçe ve gizli oyla seçilmesini sağladılar. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın Bakanlar Kurulu Başkanlığından fiilen uzaklaştırmaya muaffak oldular.
İkinci grup bundan sonrada saldırıya devam etti, Rauf Bey’i Bakanlar Kurulu Başkanlığına getirmeye çalıştı. Bunda da başarı sağladı. Muhaliflerin gizli niyetini anlayan Mustafa Kemal, Rauf Bey’i yanına davet eder ve Meclisteki çoğunluğun kendisini Bakanlar Kurulu Başkanı olarak seçme eğiliminde olduğunu, bunun kendisince de uygun olduğunu söyler. Rauf Bey 12 Temmuz 1922 tarihinden 4 Ağustos 1923 tarihine kadar bu görevde kalır.
Muhalefetin doğuşunda, desteklenmesinde ve yönetiminde daha ilk günden itibaren, Hüseyin Selahattin, Hüseyin Avni, Ziya Hurşit, Hakkı Hami ve Kara Vasıf Bey’le birlikte olan ve liderlik yapan Rauf Bey açıktan açığa İkinci Gruba geçmemiş, 3 yıl Mustafa Kemal ile birlikte imiş gibi görünmüştür. Rauf Bey’in ayrılması bu süre sonunda olmuştur.
Muhalefetin, Mecliste Ordu aleyhine başlattığı olumsuz hava halâ devam etmektedir. Sürekli ve ateşli bir şekilde Ordunun taarruz kabiliyeti olmadığından ve artık konuyu siyasi tedbirlerle bir çözüme bağlıyarak sonuçlandırmanın kaçınılmaz olduğundan açık bir şekilde söz etmektedirler.
Gerçekte Ordunun ihtiyaçları ve eksiklikleri tamamlanmak üzeredir. Mustafa Kemal Paşa Haziran ortalarında taarruz kararı verir. Bu kararı yalnız Cephe Komutanı ile MSB. bilmektedir. Mustafa Kemal Paşa Ankara’da Gnkur. Bşk.nı Fevzi Paşa, Sarıköy İstasyonu’nda MSB. Kazım Paşa ve Cephe Komutanı İsmet Paşa ile birlikte taarruz için gerekli hazırlıkların süratle tamamlanması ile ilgili kararları aldılar.
Bu arada, Malta’dan gelmiş ve 1 nci Ordu Komutanlığı yapan Ali İhsan Paşa, Ordunun disiplin ve genel yönetimini çıkmaza sokan bir tutum içerisindedir. Meclisteki muhalif grupları ileri gelenleri ile de temas alindedir. Mustafa Kemal Paşa, İhsan Paşa’nın komutanlığına son vererek, hakkındaki kanuni işlemlere devam edilmek üzere MSB.lığı emrine verilmesi kararını 18 Haziran io,22’de onaylar40. Olay, Ali İhsan Paşa’nın i nci Kor.K.nı şiddetle tenkit etmesi üzerine Kor.K.nın istifa etmesi ile çıkmıştır. Kor. K.nın hareketi kanun ve nizamlara uygun olduğu halde, haksız yere tenkit edildiği tesbit edilmiş ve onun yerine Ali İhsan Paşa’nın ayrılması uygun görülmüştür. Meselenin bir de dedikodu tarafı vardır ki o da İsmet Paşa’nın bir vesileyle Ali İhsan Paşa’yı uzaklaştırmak isteğidir. Bazı mebuslar ve subaylar arasında Ali İhsan Paşa Ordunun başına geçerse nihai zaferin kazanılacağı kanısının yayılmış olması idi41.
İsmet Paşa hatıralarında, Ali İhsan Paşa’nın erzak yok diyerek aldığı parayı maaş olarak dağıttığını, bunun ordular arasında huzursuzluk çıkardığını, i nci Ordu cephesinde kendisinden habersiz düşmanla küçük çatışmalar yaptığını ve nihayet kendisini Mustafa Kemal’e şikayet ettiğini yazar42.
DEVAMI>>>
|
|
|
|